Emanet kavramı hem inancımızda hem gönül dünyamızda önemli bir yer kaplamaktadır. En başta inancımız ve iman emanet olarak adlandırılmıştır. Emanete sahip çıkan ve onu yüklenen tek varlık olarak insan, onu taşıyıcı olmaya ve emanete sahip çıkan anlamını taşıyan “emin” vasfına layık görülmüştür.
Hayatımıza giren çıkan her şeyi kuşatacak biçimde geniş bir kapsamı olan “emanet”, bu adı verdiğimiz her şeye karşı gösterilmesi gereken hakkaniyet, adalet, koruma, kollama, kuşatma, zarar ve tehlikeden koruma, güvenilir ve sorumlu olma niteliklerini “emin” olana yükler. “Emanet” kavramı aynı zamanda geçici olma, başkasına ait olma özelliklerini kendisinde taşırken “emin” olana da sahiplenmeme, sahiplenmeden koruma kollama, başkasının olanı güvende tutma, kendine ait olmayanı muhafaza etme, kendinden olmayanı güvende tutma vazifesi yükler. İslam ahlakı kişiye kendisine ait olduğunu sandığı her şeyin ki en çok sahip olduğumuz şey bedenimiz, aldığımız nefes gibi şeylerdir, aslında kişiye ait olmadığını söyler. İnsan emaneten bu dünyaya gelmiş, bir süre faydalanmak üzere emaneten beden kılıfına girmiş, emaneten yaşayan, emaneten mal edinen, emaneten mevki edinen, emaneten evlenip eş edinen, emaneten çoluk çocuk sahibi olan bir süre sonra da bütün bu emanetleri asıl sahiplerine verecek olan bir emanetçi dükkanında yaşar gibidir. Sahiplik ve sahiplenme duygusunun bu manzara içinde herhangi bir yeri yoktur. Kişiye verilmiş olan tamamen kişisel olduğunu sandığımız her şey de emanettir, göz, kulak, ağız burun vs…
Ailemiz, aile bireylerimiz, eşlerimiz, çocuklarımız, kardeş ve ebeveynlerimiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız da birer emanettir. Sırf bu dünya hayatına uyum sağlayabilelim diye, fikrimiz sorulmadan ve müdahale şansımız bulunmadan üzerimize giydirilmiş olan beden ve fiziksel niteliklerimizin sahibi olduğumuzu düşünmek bizi kibre, o bedene her şeyi yapabilme ve yaptırabilme yanlışlığına düşürdüğü gibi hayatımıza giren eş ve çocuklarımızın sahibi olduğumuzu düşünmek de benzeri yanlışları peşinden sürükler. Ailesinin emanetçisi değil de sahibi olduğunu düşünen birey eşinin şahsiyetini hiçe sayarak niteliklerini değiştirmeye, kararlarını yok saymaya, söz hakkını hor görmeye, isteklerini boş vermeye başlar. Emanet zihniyeti ile hareket eden ve “emin” vasfını taşıyan kişi ise kendinden önce eşinin ihtiyaçlarını, tercihlerini görür ve saygı duyar, üzerine titrer, hatır ve gönlünü incitmekten imtina eder. Eşler sonlu, geçici, imtihanlı ve zorlu dünya hayatını çekilir kılmak için yol arkadaşlığı için birer ikram olarak verilirler. Yolu ve zorlukları birlikte aşmak, günler ve aylarca birlikte yürümek, aynı havayı solumak, aynı yolu çiğnemek bir yerde kader birliğidir, müşterek bir gelecek demektir. Birbirlerinin hayat arkadaşları olduğu gibi birbirlerinin kaderlerine de ortaktırlar. Eşler birbirleri için tıpkı sahrada yol alacak olanın yanında taşıdığı bir kırba dolusu su gibidir. Yoruldukça, susadıkça, terledikçe, ezildikçe ferahlamak için bir yudum alınır. Bir nefeste tüketilirse su çölü geçene kadar yetmeyecektir, iktisatlı olmak, ileriki safhalara da bırakmak, sermayeyi yolun başında tüketmemek gerekir. İşte tam burada emanet fikri imdada yetişir. Eğer eşler birbirlerini dünya yolculuğunda kendilerine sunulmuş birer ikram ve emanet olarak görürse, birbirlerini tüketmez, harcamaz, israf etmez, yormaz, üzmez ve kırmazlar. Bilirler ki yol uzun ve zorlu, bu zorlu ve uzun yolda en çok o en yakınımızdakine muhtaç olacağız. Eğer eşimizi daha yolun, hayatın başında yorar, bezdirir, tüketirsek yolun geri kalanı başlangıcından çok çok daha zor ve katlanılmaz olacaktır. Bu en değerli yol emanetini iyi muhafaza etmeli ki sevgi tükenmesin, saygı ölmesin o da küsüp yarı yolda elimizi bırakmasın, desteğini devam ettirsin.
Çocuklar da aynı şekilde ebeveynler için birer emanettir. Bakar, gözetir, besler, büyütür, Allah’ın yetiştirilmek üzere dünyaya gönderdiği bu taze kulları en temel yaşam becerileri ile donatır, eğitim ve öğretimi ile incitmeden, kırmadan, örselemeden, azarlamadan, saygı ve sevgi ile meşgul oluruz. Emanet eden Yaradan’dır çünkü. Onun kullarını kolluyor ve gözetiyoruz. Ebeveynlik yaparken Allah’ın kullarına kendi dünya tecrübelerimizi aktarıyoruz sadece, “iş bu” kısacası. Yeni bir şey var etmiyoruz, onlara can vermiyoruz, hayat bahşetmiyoruz, varlıklarını bize değil Allah’a borçlular. Hayat boyu yiyecekleri, giyecekleri, harcayacakları “rızık”lar da “iş sahibi” tarafından kesemize dolduruluyor üstelik. Yani çalışmamız didinmemiz de bu rızıkların karşılığı değil. Zamanı geldiğinde ise “o benim değil Allah’ın kulu, Allah nasıl isterse ona öyle bir yol çizer” diyerek kendisi gibi bir kul olmasına fırsat veririz. Çocukların kendimiz gibi birer insan olmalarını beklemek, yetiştirdiğimiz amaç doğrultusunda büyümelerini istemek ve bu yönde ısrarcı olmak emanetçilikten çıkıp sahiplenme konumuna atlamak demektir. Oysa ebeveynlerin vazifesi ellerinden geleni yaparak emanet olarak verilen çocuklarının ruhen, bedenen ve kalben doğru gıdaları almasını sağlamaktır. Bunu yaptıktan sonra da olgunluk yaşına geldiklerinde üzerlerindeki ipoteği kaldırarak kendi kulluk görevlerini yapabilmeleri için onları hür bırakabilmektir. Sahiplik duygusu ebeveynleri rahat bırakmaz ise çocuklarını kulluk işlerinden günlük işlerine kadar kontrol etmenin yanında bozuk “emanet” duygularını onlara da aşılarlar. Bu yanlış emanet duygusu ve eminlikten çok uzak ebeveynlik biçimi sebebiyle sorumluluklarını bilmeyen, hatalarını başkalarına yükleyen, sözünü tutmayan, rahatlıkla kaytaran, hep başkalarını suçlayan, bir türlü kendisi olamayan, bencil, hoyrat çocuklar, gençler ve yetişkinler haline gelirler. Sayılan bu problemlere yaslanmış kaç çocuk, kaç genç ve kaç yetişkin tanıyoruz? Sorumsuzluğun, saygısızlığın, vurdumduymazlığın, bencilliğin temel sebebi ebeveynlerin “emin” vasfını yanlış tanımlanması, uygulaması ve öğretmesidir.
Ehil emanetçiler olabilmek ümidiyle…