İslâm toplumunun en yüce, en şerefli, en üstün tabakası ilmiyle amil, takva ehli, Rabbanî âlimlerdir; sâdât-ı kirâm, meşâyih-i izâm, evliyâ-i fihâmlarımızdır. Allah (celle celâlüh) bizleri o evliyâsının yolundan, izinden, peşinden ayırmasın; o zümre-i mübâreke ile haşreylesin! Sultanlar, emirler, vezirler, âmirler, memurlar, görevliler, halk tabakaları hep onların ardında, altında, mâdûnunun emrinde ve taht-ı irşâdındadırlar.
O hakikî âlimler, idarecilerin ve halkların, yol göstericileri, rehberleri, mürşidleri, kandilleri, fenerleri, aydınlatıcılarıdırlar. İslâm’ın şerefini onlar yüceltmiş, İslâm şeriatının ince hakikatlerini onlar ortaya koymuş, halka öğretmiş; İslâm’ı yozlaşmaktan onlar korumuş ve kurtarmışlardır.
Şeriatın tam uygulandığı zamanlarda kıl kadar sapma gösteren idarecilerin karşısına bile cesaretle onlar çıkmış, sapıklara hadlerini bildirmiş, iyi niyetlileri hataya düşmekten korumuşlardır. Halkın kaba kuvvete boyun eğdiği zamanda bile âlimler dimdik durmuş, zorbalığa pes dememişlerdir. İstila, felaket ve musibet zamanlarında eza ve cefalara onlar katlanmış, halkı etraflarında toplamış, hürriyet ve istiklal için çarpışmışlar, destanlar yazmışlardır.
Gerçekte İslâm’ın ulu sancağını taşıyan onlardır, mânevî sultanlar onlardır. İşte hapislere giren Ebû Hanîfeler, Ahmed b. Hanbeller, İmâm-ı Rabbânîler, Şeyh Şâmiller… daha binlerce meşhur alim, mürşid, şeyh, hoca, hatip, vaiz, derviş…
Evet, zalim kişiler İslam ülkelerinde zaman zaman yönetimleri ellerine geçirdiler; ama hırslarını, zevk ve kaprislerini tatmin, sapık görüşlerini tasdik, zulüm ve sömürülerinin devamını temin hususunda Rabbanî âlimlerden asla yüz bulamadılar; ellerindeki her türlü kuvvete ve sarf ettikleri tüm gayrete, hiddet ve şiddete rağmen ehlullahı kendilerine boyun eğdiremediler.
O âlimler, o zalim sulta sahiplerinin yüzlerine gerçekleri sakınmadan haykırdılar, onları yaptıkları çirkin işlerden dolayı anında kınayıp sorguya çektiler, davranışlarının ve işlerinin çirkinliğini, ayıp ve günah ve vebal olduğunu söylediler; onlara âhiret hesabını ve azabını hatırlattılar, çok kere de ağlattılar.
İdarecilere öğüt verdiler, ziyaretlerine gitmediler, hediyelerini geri çevirdiler, mevki ve makam tekliflerini reddettiler, ziyaretlerine gelmek isteyen idarecileri kabul etmediler, hür ve bağımsız yaşayarak sadece Allah’a bağlandılar, kula kulluk etmediler, mevki ve makam sahiplerinin emellerine, isteklerine alet olmadılar, eyvallah demediler.
Ölümü göze alarak sapık idarecilerle mücadele ettiler, kınayanın kınamasına aldırmadılar, zindanlara girseler de yılmadılar, zindanları medrese ve ibadethane yaptılar, ilimlerini orada da neşrettiler.
Savaşlarda orduları teşvik ettiler, sultanlara moral verdiler, atlarının dizginlerini tutup savaş meydanını terk etmelerini engellediler, orduların en ön saflarında talebeleriyle, müritleriyle çarpıştılar, zaferler sağladılar.
Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleri ve vekilleri,(1) Resûllerin halifeleri ve ümmetin emanet edildiği emanetçiler, gerçek efendiler, seyyidler, komutanlardır.
İslâm toplumunda tüm işlerin sahiplerinin âlimler olması gerekir; ulû’l-emr, âlimlerden gayrı kimselerden seçilirse, emanete hıyanet edilmiş olur, din ve dünya nizamı fesada uğrar, kıyamet kopar.
Halkın bozulması idarecilerin bozulmasından, idarecilerin bozulması da âlimlerin bozulmasındandır. Âlim tüm toplumu teftiş ve murakabe etmek zorundadır. Allah’ın ona verdiği görev budur.
Âlim politikacının emrine girerse mahv ü perişân olur.
“Âlimlerin kapılarındaki idareciler ne iyi, idarecilerin kapılarındaki âlimler ise ne kötüdür!”(2)
Yâ Rabbi! Ümmet-i Muhammed’i kötü ve cahil, fâsık ve facir politikacılardan koru, topluma ilmiyle amil, fazıl, kâmil, salih, takî, nakî, fakih âlimleri getir ki senin hükmünle hükmetsinler, yeryüzü huzur ve mutluluk dolsun.
Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (rha)’ın Kasım 1990 tarihli İslam Dergisi Başmakalelerinden alınmıştır.
Dipnotlar |
1. Bk. Ahmed b. Hanbel, V, 196, hadis no: 21763; Buhârî, “İlim”, 10; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1, hadis no: 3641; Tirmizî, “İlim”, 19, hadis no: 2682; İbn Mâce, “İftitâh”, 17, hadis no: 223; Dârimî, “Mukaddime”, 32, hadis no: 342. |
2. Benzer ifadelerle bk. Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’, XI, 316; İbn Ebî Şeybe, VII, 528, hadis no: 37733; Beyhakî, Şu’abü’l-Îmân VII, 49, hadis no: 9413; Ebû Nu’aym, Hılyetü’l-evliyâ, I, 277. |