Dua; Kulun bütün benliği ile yüce yaratana yönelerek O’ndan dilekte ve istekte bulunması ve bu amaçla yapılan ibâdet şekilleridir.
Dua kelimesi “da’vet ” “da’va ” kelimeleri gibi mastar olup küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya yapılan dilek ve istek anlamında isim olarak kullanılır. Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah Teâlâ’ya yalvarmak, O’ndan dilekte bulunmak, O’na yakarmak anlamındadır.
Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder. İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acziyet ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyurur: “İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.”[1]
Kur’ân-ı Kerim’de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, Resûllerinin dualarını bize haber verir. Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla Allah’ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah’tır. “… Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma… ” (el-Bakara, 2/286) Eyüp Aleyhisselâm,”Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi. Hâlbuki sen merhametlilerin merhametlisisin.” (el-Enbiya, 21/83); Zekeriya (a.s.), “Rabbim, beni yalnız bırakma…” (el-Enbiya, 21/89); Âdem (a.s.), “Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz. ” (el-A’raf, 7/23) diyerek dua etmişlerdir. “Beni Müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat… ” (Yusuf, 12/101) duası Yusuf (a.s.)’ın; “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden idim. ” duası da Yunus (a.s.)’ın duasıdır:
Allah Teâlâ afüvdür. Her varlığa sayısız bağışlarda bulunur. İyilik ve ihsanını dilediğine verir. Kendisine nimet verilen asla bir yorgunluk hissetmez.[2]
Allah (c.c), yaptığı hata ve günahlardan dolayı pişmanlık duyarak, yüce dergâhına dönenlere, affıyla ikramda bulunur. Onlardan razı olur. Ayrıca, herkesi gücü ölçüsünde dinî yükümlülüklerle sorumlu tutar. Gücü yetmeyen bazı kullarından, bir kısım dinî yükümlülükleri düşürür.
Af ve bağışlama dilenmeye lâyık tek zât Allah Teâlâ’dır. Sâdece O’ndan, affetmesi dilenir. Önemli olan, bizlerden hiç eksik olmayan hata ve kusurlarımızı O’na bağışlatabilmektir. O’nu razı etmektir. O’nun dışındakiler âciz birer yaratıktır. Af ve bağışlamalarının çok büyük bir önemi yoktur. Bu af ve bağışlama, Allah’ın af ve bağışlamasına paralellik gösterir ve O’nun da onayına mazhar olursa bir değer ifade eder.
Allah Teâlâ’nın, kullarının nihayetsiz günahlarına yetecek, hepsini örtecek af ve mağfireti vardır. Kulun günahı ne kadar büyük ve çok olursa olsun, Allah’ın af ve rahmeti ondan daha çoktur. Onun af ve mağfiretinden asla ümit kesilmez. Ümit kesenler, O’nu hakkıyla tanımayanlardır.
Bu vasfın tecellilerine hepimiz, her an mazhar olmaktayız. İnsan olmamız hasebiyle, bir an olsun hata, kusur ve günahtan hâlî olmadığımız halde, Allah, bu hata ve günahlarımızdan dolayı cezalandırma yoluna gitmemekte ve bizi varlık sahasından silip atmamaktadır. Hatta bunca isyan ve günahımıza rağmen, bize olan nimet ve lütuflarını devam ettirmektedir. Ama bu durum hiçbir zaman bizi aldatmamalı, rahmetine güvenip, bizi bir ihmalkârlık, boş vermişlik ve vurdumduymazlık içine sürüklememelidir. Allah Teâlâ, büyüklüğünün gereğini yapmakta, bize böyle davranmaktadır. Biz de kulluğumuzu bilmeli ve rahmetinin yanında gazap ve azabının da bulunduğunu, bir an olsun hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Allah’ın af ve gufrânı, asıl engin manasıyla, ahirette mü’min kulları üzerinde tecelli edecektir. Onların pek çok günahlarının üzerine af ve mağfiret örtüsünü gerecek ve o günahları işlememiş gibi. Sayısız mü’min kullarını cennetine koyacaktır.[3]
Kin, nefret ve intikam duyguları kadar, insanın kalbini karartan, sevgi, şefkat ve merhamet hislerini öldüren başka bir duygu yoktur. Kul kusursuz olmaz, derler atalarımız. Bunun manası, herkesin hata yapabileceğidir. Yaşı, mevkii, cinsiyeti, tahsili ne olursa olsun, insanların hata yapması mümkündür. Tabii biz de hata yapabiliriz. Burada önemli olan husus, hata yapmak değil, yapılan hatalarımızı dua ile Allah(c.c) affettirebilmektir.
Kul bir günah işlediği zaman, o günah sebebiyle kalbinde bir karanlık oluşur. Günah ateşe benzer, ateşin dumanı da is yapar. Düşün: Bir insan bir evde yetmiş yıl ateş yaksa, o ev nasıl is tutar ve kararır? Kalp de böyledir. Günah, manevi kirliliğe, manevi kirler de kalpte is’e yol açar. Kalbin bu is ve kurumdan temizliği, ancak dua ile mümkündür. Günahın beraberinde zillet, kalp karanlığı ve Allah Teâlâ’yı ondan örten bir perde yayılır ve kaplar.
Allah’a tevbe ettiğin vakit, günahın bu iz ve etkileri kaybolur. Tevbe ile Allah, üzüntünü sevince, zilletini izzete, karanlığını nura, Allah ile arandaki perdeyi de manevi keşiflere dönüştürür.[4]
Kuşeyrî (k.s) tevbe ve dua mevzuunda diyor ki: Tevbe ve dua, günahkârlar için, Allah’ın affına nail olma derecesine çıkmaları için, merdivendir. Günahkârların dilleri ve gözyaşları, onların tevbesi ve duasıdır.
Ebû Ali (k.s) şöyle diyor: Bir günahkâr ağladı mı, Azîz ve Celîl olan Allah ile haberleşti ve ona şefaat için bir elçi gönderdi, demektir. Dua, sevgiliye sunulan iştiyak lisanıdır. Tevbe ve dua, günahları terk etmektir.
Kettânî (k.s) şöyle der: Allah Teâlâ, mü’min bir kulunun dilini özür dilemek için açtı mı, hemen peşinden af kapısını açar.[5]
Abdülkâdir Geylânî (k.s) ise, tevbe sıhhatli olduğu takdirde, iman da sıhhatli olur ve ziyadeleşir. Ehl-i Sünnet nazarında, iman ziyadeleşir de noksanlaşır da. (İmanda artma eksilme olmaz, ancak semeresinde olur artma-eksilme. İmanda her Müslüman birbiriyle eşittir.) Tâat ve ibadetlerle ziyadeleşir, günah ve mâsiyetlerle de noksanlaşır. Fakat bu, avam hakkında böyledir.
Havassa, Allah dostlarına ve tasavvuf ehline gelince, onların imanı, kalplerinden fânilerin çıkmasıyla ziyâdeleşir, oraya fânilerin girmesiyle de noksanlaşır. Onun için, tasavvuf ehli ve Allah dostları, kalplerine Allah’tan başka şeylerin sevgisini asla sokmazlar. Onların imanı, kendilerinin Allah ile sükûnet bulmaları ile artar. O’nun gayri şeylerle sükûnet bulmaları hâlinde ise eksilir, noksanlaşır. Onlar, ancak Rablerine tevekkül ederler, ancak. O’nunla emin olurlar, O’nunla kuvvet bulurlar, ancak O’na dayanırlar, O’na güvenirler, ancak ve sâdece O’ndan korkarlar.
Kendilerine karşı herhangi bir cahillik yapıldığı zaman, onlar buna mukabil cahillik etmezler, cahilce davranmazlar. Tevbe istiğfar eder, affedip geçerler. Cenâb-ı Hak (c.c), onları Furkan Suresi’nin altmış üçüncü ayetinde methetmiştir. Fakat cahiller, kendini bilmezler, izzet ve celâl sahibi Hakk’a karşı açıktan açığa bir mâsiyet işledikleri zaman, sükût etmek câiz değildir. Çünkü böyle bir durumda sükût edip ses çıkarmamak haramdır. Böyle durumlarda konuşmak ibadettir.[6]
Af Allah’tandır. Allah Teâlâ’ya rücu etmek istiğfardır. Tilmsânî (k.s) diyor ki: Ayakta duran biri bana şöyle dedi: Ey kul! Suçunu ayaklarının altına al. Affını da suçunun altında yap! Genellikle insanlar bu sözleri hatırlasalar, hâl ve durumları güzelleşmiş olur.[7]
“Âşıkların gönül kuşu düşmez dünyâ tuzağına
Gerçek eren bu dünyâyı hiç muhale alır değil”[8]
Allah Teâlâ, dünyada asilere de, kâfirlere de iyilik eder. Onları hemen cezalandırmaz. Tevbelerini kabul etmek suretiyle, çok kere onları affeder. Tevbelerini kabul edince, günahlarını da mahveder. Zira günahlarına tevbe eden, bir daha işlememek üzere günah yolundan dönen, hiç günah işlememiş gibidir. Kulun bu isimden alacağı haz budur işte. Affetmek ve affa mazhar olmak.[9]
“Ne şemmet bülbülün verdin ne de hârdan incin
Ne gayrın yârine meyl et ne sen ağyârdan incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh u zârdan incin
Ne sen bir kimseden incin ne senden bir kimse incinsin.”[10]