Malum. Eski bir fıkradır. Dağda bir karaltı vardı ve iki kişi tartışıyordu. Biri onun kartal, öteki de keçi olduğunu iddia ediyordu. Tartışmanın en alevli anında, tartışmalı karaltı uçmaya başladı. Onun kartal olduğunu iddia eden; “Demek ki, o bir kartalmış” dedi. Onun keçi olduğunu iddia eden kişi ise hakkı kabul etmeyen her inatçının müptezel halini ifade eden o bilindik cümleyi kurdu: “Uçsa da keçi, uçmasa da.” Buraya yeniden döneceğiz.
Dinin anlaşılmasında ve yorumlanmasında Hz. Peygamber’in konumunu tartışmaya açan; Kur’an’ın anlaşılmasında hadisi ve sünneti sadet dışı bırakan bütün akımlar ve akıntılar özü itibariyle dış kaynaklıdır. Mesela; Mutezile, Antik Çağ Yunan Felsefesi’nin beslemesidir. Hint Alt Kıtası Ekolleri’ne İngilizlerin; Mısır Ehl-i Kur’an Ekolü’ne de Fransızların bölgedeki işgalleri döl yatağı olmuştur. Bu dönemde, işgal altındaki bölgelerde yetişen her aydının! arkasında bir oryantalist fikir babası vardır. Bunlar antropoloji, tarihselcilik, hermenötik ve rasyonalizm gibi; ancak Tevrat ve İncil gibi tahrif edilmiş ve ilahi sahihliğini kaybetmiş metinlere uygulanabilecek anlama metodolojilerini Kur’an’a reva görmüşler ve son tahlilde değer bakımından Kur’an’ı muharref metinlerle eşitlemişlerdir.
Aramızda kendilerine bir miktar sadık artçılar bulmuş olabilirler. Bizdekiler de;
وَهُمْ يَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا
“İyi bir şey yaptıklarını zannediyor” (Kehf, 18/104) olabilirler.
Fakat izleri dikkatle sürüldüğünde bu akım ve akıntıların ardiyesinde, Fatiha suresinde zikredilen iki grubun olduğunu görürüz: (1) “Mağdub aleyhim” yani Yahudiler ve onların mel’un yapılanması siyonizim; (2) “dâllîn” yani Hristiyanlar ve onların keşif kolu “oryantalizim”. Günde kırk defa aralarına girmekten Allah’a sığındığımız iki müfsit zümre. Biri peygamberlerini öldürdü. Diğeri peygamberini, öldürmekten beter etti; ona “Allah’ın oğlu” dedi.
Fatiha’da aralarına girmek için niyazda bulunduğumuz bir zümreden daha bahsedilir: Kendilerine nimet verilenler.
Aslında da hak-batıl mücadelesi, kendilerine nimet verilenlerin; “gazap” ve “dalâlet” ehliyle yaptığı mücadeledir. Bir kavga ki; “ikiye bir”… Tam da azların çoklara nasıl galip geldiğini anlatan destanlarda olduğu gibi (Bakara, 2/249). Aslında “ikiye bir” gibi görünen bu mücadele, sırat-ı müstakime girenler için dörde iki üstünlüğe dönüşür. Çünkü bu müstakim yol, peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yoludur (Nisâ, 4/69). Bu yol, kendisine dâhil olanlara Allah’ın zaferi vaat ettiği yoldur. Bu yola çıkmalı; bu yoldan çıkmamalı. Bu yola çıkıp mağlup olan; bu yoldan çıkıp galip gelen yoktur.
Bu yolun üç temeli vardır:
1) Kur’an,
2) Kur’an’ın davetçisi olan Hz. Peygamber’in görünmez nebevî mevcudiyeti; yani sünnet
3) Kur’an’ın ve sünnetin geçmişten geleceğe uzattığı eli yani, ilim ve irfan geleneği.
Şimdi gerek hicrî ikinci yüz yılda ortaya çıkan Mutezile; gerekse 1850’li yıllar Hind Alt Kıtası Düşünce ve Tefsir Ekolleri ve Mısır merkezli Ehl-i Kur’an ve Hadis Ekolü’nün İslam düşüncesine önerdiği şey gayet açık: Redd-i miras, inkâr-ı hadis ve nihayet Kur’an’ın rasyonalizasyonu.
Projenin kilit taşı sünnetin inkârıdır.
Aslında mesele sadece Hz. Peygamber’e isnat edilen bir rivayetin ya da O’nun zamanından bizim zamanımıza akan bir sünnetin sorgulanması değil; bir medeniyetin köklerinin kazınmasıdır.
Çünkü sünnete itiraz İslam’a itirazdır. Sünnetin yıkılması da dinin yıkılması… Nasıl mı?
Basitçe anlatayım.
Beş vakitli, kırk rekâtlı olarak asırlardır kıldığımız şu namaz, dinin direğidir. Hz. Peygamber, namazın ikamesini, dinin idamesiyle eş tutmuştur. “Namaz yok ise din de yok” buyurmuştur (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Hadis No: 2550). Şimdi denklem çok açık: Sünneti yıkmak namazı yıkmaktır. Namazı yıkmak da dini yıkmak… Yani sünneti yık ve dinden kurtul… Ondan sebep bin dört yüz küsur yıldır kılınan namaza “Emevi namazı” diyorlar. Namazı ne idüğü belirsiz bir meditasyona indirgemeye çalışıyorlar.
Hadise saldırıyorlar. Kendi zaviyelerinden haklılar da.
Çünkü bir hadisle, “âhâd” bir haberle, Konstantiniyye otuz küsur defa kuşatıldı. Konstantiniyye oldu “İslambol”. Bir çağ açıldı, bir çağ kapandı. Kuyruk acısı derin. Hz. Peygamber’in adını duyduklarında gocunmaları ondan sebep. Yaraları var.
Çıkmış, İstanbul’dan canlı yayınlanan bir programda “Konstantiniyye mutlaka bir gün fethedilecektir” hadisini tartışıyorlar ve Eyüb Sultan’ın gözünün içine baka baka hadisin iffetine ve sıhhatine dil uzatıyorlar. Eğer bu hadis projesi İstanbul’un fethinden önce İslam dünyasında tutunabilseydi İstanbul’un yerinde yeller esecekti, onlar da biliyorlar.
Demek ki, ashab bu hadis(ler)e bunların imaje etmeye çalıştıkları gibi şaşı bakmamışlar. Hadisin müjdesine erebilmek için yollara düşmüşler ve Hz. Peygamber’den sonra otuzu aşkın sefer düzenlenmiş İstanbul’a. Eyüb Sultan şahit.
Bir bilginin ya da bir haberin iki şekilde doğrulanması mümkündür: (a) Zihinsel olarak bir takım argümanlarla tartışırsın. Bu “ilmelyakîn”e tekabül eder. Dağda gördüğümüz şu gölge keçi mi? yoksa kartal mı? (b) Uçmaya başladığı andan itibaren Eskatalojik doğrulama devreye girer. Artık fazla söze hacet yok. O bir keçi değildir. Çünkü mesele artık “hakkalyakîn” makamındadır.
Şimdi hadis inkârcıları “İstanbul’un fethi hadisi”ni, üstelik İstanbul’da tartışarak “Uçsa da keçi uçmasa da” diyorlar. Kendilerince haklılar. Çünkü bir hadisle bir çağ kapandı, bir çağ açıldı. Haklılar, çünkü başka bir hadis, tekbir ve tespihlerle Roma’nın da bir gün fethedileceğini müjdeliyor. (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, Hadis No: 29)