Bize göre inanç, benliğin eşya üzerindeki hareket ve etkisidir. O, gerçek, tam ve yaşanmış bilgidir. Bu, benliğin eşyaya sahip olması, onunla birleşmesidir. İnanç benliğin eşyanın hayatına alelâde bir katılması değil, o bizzat eşyaya sahip olmaktır; eşyanın hayatının benlikte, yani insanda yaşamasıdır. Hakikî bir bilgi, şahsî ve taklit edilmemiş bir bilgi, işte inanç budur. İnançta ferdî iradenin payı, normalde zannedildiğinden çok daha büyüktür. İnsan hakikate beden ve ruh olarak, ancak “varlığın bütünü” ile gidebilir. Bu tecrübe bütün benliği, “bütün varlığı” ilgilendirir.
…
Bizim inanç adını verdiğimiz gerçek bilgi, benliğin eşya ile temasında var oluşun delilidir. Bu, iradenin tabiat ve kendi mukadderatı önündeki imtihanıdır. İnsan, kendi hareketi tarafından bizzat kendi üzerine yöneltilmiş hükmü kendi düşüncesinde bulur ve yine düşüncesi sayesindedir ki, hareketini ve dolayısıyla bizzat kendini değiştirmek için harekete geçebilir. Düşünce hareketi, zorunlu olarak bir ıstırabı da beraberinde getirir. Onsuz ne hür bir hareket, ne de hakiki bir düşünce vardır. Istırap hakikatin habercisidir. “Bir şeyin ıstırabını çekmeyen onu ne tanır ne de sever”.
İnanç, şuurda asla bir karıştırma veya müphem bir bilgi değildir. Keza, o, objelerin birbirlerinden ayırt edilmesini sağlayan bir aydın görüş de değil, fakat içinde varlıkların birliğinin gerçekleştiği bir aydınlıktır. İnanç, varlıkları birbirine bağlayan içsel münasebetlerin keşfedilmesidir; benliğin varlıklarla birleşmesi ve “birlik içinde bile ayrılık” tır.
…
Bir kişinin inanç düzeninin bozulması, beraberinde bütün kişiliğinin parçalanmasını da getirir. Şahsiyet bozukluklarının ortaya koyduğu şey budur. Bütün ruh hastalıklarında, çözülmesi zihin fonksiyonlarının anormal gelişmesine yol açan bir esas unsur vardır; ruhî hayatın bütünlüğünü ancak inanç unsuru sağlayabilir.