İlahi isimlerle ahlaklanmak mevzusu bir yazının konusu olmanın çok ötesinde hayati bir gerekliliktir. Güzele meftun olan ruh geçici olan dünya hayatından ahirete götürebileceği sermayesinin arayışı içerisindedir. Sevilmeye layık olarak gördüğü kemal derecesinde ki vasıfların Baki olan Yaratanda mevsuf olduğunu bilse dahi gözünü, gönlünü, fikrini ve niyetini her daim Allah’a doğru yöneltemez ve bunun mutsuzluğunu yaşar.
Hâlbuki Rahmân Sûresi 29.Ayet de buyrulduğu üzere “Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi ancak) O’ndan ister. O, her gün (her an, hikmetine uygun) bir işte/bir yaratıştadır.” ayeti celilesi hükmünce bütün istekler Allah’a olmalı ve Allah’tan gelen tecelliye açık olmanın yolları aranmalıdır. Zira tecellide tekrar yoktur.
Sonlu bir varlık olarak insan, aradığı güzel ve kemal vasıfları Yaratıcısıyla kurduğu bağın kuvveti nispetinde ahlakın güzeline ulaşabilir. Bu sebeple tefekkür ve tezekkürü hiç elden bırakmamak önemli bir mazhariyettir. Tefekkür yapabilmenin yolu bilgi sahibi olmaktan geçer. Bilmediği şey üzerinde insan neyi nasıl düşünebilir ki? Elinde yeterince malzemesi olmayan kişi akıl yürütemez, idrak edemez. Aynı zamanda fikretmediğini zikr de edemez.
Lokman suresinde Lokman (as)’ın oğluna verdiği nasihatlerde iman bahsinden sonra ki ayette Cenabı Hakkın esma’ul hüsnasından el-Latif ve el-Habir isimleri hakkında açıklama vardır. İbadet ve ahlakla ilgili hususlar bu ayetten sonra gelmektedir. Allah’ın isimlerini bilip, insanda ve evrendeki tezahürlerinin üzerinde derin derin düşünmek marifetullahı dolayısıyla tanımanın sonucu olarak muhabbetulahı doğuracak, kurbiyyet oluşacaktır.
Bununla birlikte güzel ahlakı tamamlamak üzere geldiğini bildiren Hz. Peygamber (sav)’in nübüvvetinden önce yeryüzünde ahlak yok muydu sorusu akla gelebilir. Elbette vardı! Hedef; cömertlik, merhamet, kanaat vb. vasıfları “tam” ve “kemal” hale getirip “En Güzel”e ulaştırmaktı. Yaratıcının nasıl bir Yaratıcı olduğunu bildiren Hz. Peygamber (sav) haliyle ve yaşantısıyla güzel ahlakı görünür hale getirip, insanlığın önüne tüm zamanlar boyunca sermişti.
O halde en önemli sermayemiz bilgi olmalıdır. Merhametli olan, Adil olan, Alim olan, Settar olan bir Rabbimizin varlığını ve rivayetlere göre esma’ul hüsnanın sayısının doksan dokuzla sınırlı olmadığını düşündüğümüzde, kul olmanın acziyetini hisettiren bir murakabenin neticesinde ufkumuz, gönlümüz ve gözümüz açılacaktır.
İnsan tek başına yaşayan bir varlık olmadığına göre ahlak ancak başkasıyla temas ettiğinde ortaya çıkar. Mevlana’nın dönüşünde ki esrar, Yaratıcısıyla kurduğu bağın neticesinde “almak”, insanlarla kurduğu iletişimde “vermek”tir. İbadetler insanda ahlakı ilke haline getirirler; çünkü huzurda olma kavramını ihsan makamı olarak nitelersek, Allah tarafından görünür ve bilinir olmak kişide ahlakı doğuracaktır. Ahlak evrenseldir. Ahlak bir ilkedir. Zaman, mekân ve kişiye göre değişim göstermez. Aksi takdirde ilahi ahlakla vasıflanmış olmaktan çıkıp şeytani, nefsani özelliklere bürünmüş olunacaktır.
Modern dünyada insan bir yanılsama içindedir. Kendisine ve Yaratıcısına yabancılaşmıştır. Fuzulinin; “Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni!” dediği gibi insanoğlunun aslındaki ilahi aşka tekrar aşina olmaya ihtiyacı vardır. Bu da kişi sevdiğini anar ve hatırladıkça sever düsturu gereğince zikrettiği ve fikrettiği nispette gerçekleşecektir. Dolayısıyla esma’ul hüsnanın insan ve kâinattaki yansımalarını ve tezahürlerini gördükçe kişide hayret artmalıdır. Hiçbir şeye hayret etmeyen, hayranlık duymayan insan “En Güzeli” nasıl idrak edebilir ki?
Ahlak kuru bir davranış silsilesi değil, ihsan makamından gelen ilahi aşkın tezahürüdür. İnsanla kurulan her temasın sebebi ve sonucu Allah’tan dolayı ve Allah’a doğru olmalıdır ki ahlak güzele evrilebilsin.