Hadis öğrenim ve öğretim yollarından icazet, hocanın talebesine rivayet hakkına sahip olduğu hadislerin veya kitapların tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade etmesidir. Bunda ne semâ’ usûlünde olduğu gibi hocanın okuması, ne de kıraat metodunda görüldüğü gibi talebenin okuyup hocanın dinlemesi ve tasvibi vardır.
İcazet, sözlü veya yazılı olarak verilir. Yazılı icazete itiraz edenler olmuşsa da her ikisini eşit kabul etmek daha doğrudur.
İcazetlerin yazılı vesika halinde verilmesi yaygındır. Yazılı icazetlerin yerini bugün “Müessese icazeti” demek olan okulların verdiği diplomalar almış gözükmektedir.
İcazette, kendisine icazet verilenin (mücazun leh) kabulü şart olmadığı gibi, icazet verenin (muciz) icazetten vazgeçmesinin de neticeye tesiri yoktur.
İcazetin bütün çeşitlerine ait rivayet lafızları bu bahsin sonundaki alfabetik listede yer alacaktır.[1]
Rivayeti için izin verilen rivâyâta; mücâz, izni veren zâta mücîz, iznin verildiği kişiye de mücâzün-leh denir.
İcazetin muhtelif çeşitleri vardır:
1- Muayyen şeyin rivayet edilmesi için muayyen bir zâta izin verilmesi. Belli bir hocanın belli bir öğrenciye belli bir malzemeyi rivayet veya istinsaha izin vermesi: Şu siganın ifade ettiği gibi ‘Sana Buhârî’yi rivayet etmen için izin verdim’ veya ‘Sana fihristimde olan kitapları rivayet etmene izin verdim’ veya ‘Falan kimseye falanca kitabı rivayet etmesi için izin verdim.’
Bu çeşit icazet, münâveleden mücerred en yüce icazet çeşididir. Cemâhir-i ulema bu çeşid icazetin caiz olduğu hususunda müttefiktir. Âlimler de bununla âmel etmişlerdir. Ebu’l-Velîd el-Bâci ve Kadı İyaz bu hususta icma olduğunu söylemiştir.
Muhtelif cemaatlere mensup bazıları ise buna karşı çıkmış, caiz olmaması gerektiğini söylemiştir. Muhaddislerden Şû’be gibi. O: “İcâzet caiz olursa ilim için seyahat ortadan kalkar” der. İcazeti caiz görmeyenler arasında İbrahim Harbî, Ebu Nasr el-Vailî, Ebu’eş-Şeyh el-Isbehânî; fakihlerden de Kâdı Hüseyn, el-Mâverdî, Ebu Bekr el-Hocendî, Ebu Tâhir ed-Debbâs da zikredilir. İmam Şâfii’den yapılan iki rivayetten birine göre o da karşı çıkmıştır. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un da rıza göstermediklerini Amîdi nakleder. Keza Malik’in de bu düşüncede olduğunu el-Kâdı Abdu’l-Vehhâb nakletmiştir. İbnu Hazm da “Bu bid’attır, caiz olamaz!” demiştir. Bunlara göre birine “Benden işittiğin şeyleri rivayet etmene izin verdim” demek, “Benim ağzımdan yalan söylemeye sana izin verdim” demekten farksızdır. Çünkü şeriat, işitilmeyeni rivayeti mübah addetmez.
Ancak, bazıları da mûcîz ve mücâz kitabı biliyor iseler caizdir, aksi halde caiz değildir demiştir.
Hatibu’l-Bağdadî, icazetin cevazına bazı âlimlerin sünnetten delil getirdiklerini kaydeder. Onlara göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Berae Suresi’ni bir sahifeye yazdırıp, hac sırasında halka teklif etmesi için Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)’e verip arkadan da Hz. Ali’yi göndermesi hadisesi buna delildir. Çünkü Hz. Ali, Sahîfe’yi Hz. Ebu Bekr’den alınca ne Resûlullah’a ne de Hz. Ebu Bekr’e okumadı. Mekke’ye varınca sahîfe’yi açıp halka okudu. Şu halde surenin tebliğini Hz. Ali icazetle yapmış olmaktadır. Tebliğden önce sema veya arz mevzubahis değil.
Râmahurmuzî’nin rivayetine göre, el-Kerâbîsi, İmam Şâfiî (radıyallahu anh)’ye müracaatla kitaplarını huzurunda okumak ister. Şafiî buna rıza göstermez ve: “Git Za’feranî’den kitapları al, istinsah et, ben sana rivayet izni verdim!” der.
Cumhura göre, ihtiyaca binâen caiz olduğu kabul edilen münâveleden âri icazet için farklı fikirler ileri sürülmüştür: Zerkeşi’nin Ahmed İbnu Meysere el-Mâlikî’den yaptığı rivayete göre, normal şekilde yapılan bir icazet, şartlarına riayet edilmeyen semadan daha iyidir.
Zerkeşi, icazeti semaya -mutlak olarak- üstün görenlerin olduğunu da kaydetmiştir. Yine Zerkeşî’nin zikrettiği üçüncü bir görüşe göre icazet ile sema ve arz arasında fark yoktur. Bakî İbnu Mahled böyle düşünenlerdendir ve şöyle demiştir: “İcâzet, benim nazarımda, babamın nazarında ve hatta dedemin nazarında da sema gibidir.”
En makulünü Tûfî söylemiş olmalı, meseleyi açıklayarak neticeye bağlamalıdır: “Selef devrinde sema (gerekli ve) evlâ idi. Ancak hadisler, kitaplar halinde tedvîn edilip sünen toplanmış olduktan ve te’lifler şöhret kazandıktan sonra, sema ile icazet arasında fark kalmamıştır.”
2- Muayyen olmayan rivayetleri muayyen kimseye rivayet izni. Belli bir şahsın, belli bir öğrenciye belli olmayan malzemeyi rivayet izni vermesi.
Bu çeşit icazet şu sigalarla ifade edilir: Bütün işittiklerimi rivayet etmen için sana izin verdim. Veya: “Bütün merviyyatımı rivayet etmen için sana izin verdim”.
Bu tarz bir icazetin caiz olup olmayacağı daha çok ihtilaflara sebebiyet vermiştir. Ancak cumhur bunu da caiz görmüş, şartına uygun olarak yapılan rivayetin sahihliğini kabul etmiştir.
3- Umumi İcâzet ‘icazet-i amme): İzni herkese şamil kılan bir icazet çeşididir. Bir nevi icazet-i amme’dir. Bunda şu ifâde kullanılır: “Bütün Müslümanlara rivayet izni verdim” veya “Herkese rivayet izni verdim”, veya “Zamanıma yetişmiş olanlara rivayet izni verdim” veya “halen yaşamakta olanlara rivayet izni verdim”, veya “Lâ ilahe illallah diyenlere rivayet izni verdim.” gibi genel ifadelerle verilen izin. İbn Salah bu tür icazeti kabul etmez.
Belli bir şehir halkına veya “daha önce kendisinden okumuş olanlara” gibi genelliği biraz daraltarak (mukayyed) verilen icazetin geçerli olma şantından bahsedilmektedir.
Bunun caiz olup olmayacağı müteahhirîn ulema tarafından şiddetle münakaşa edilmiştir. Nevevî’ye göre “Şu beldenin ilim tâliblerine…” veya “Daha önce bana okumuş olanlara izin verdim” şeklinde sınırlayıcı bir ifade kullanmış olsaydı cevaza yakın olurdu. İbnu’s Salâh da bunun menedilmesine meylederek: “Ne seleften ne de müteahhirînden hiç kimsenin buna uyduğunu işitmedik, icazet aslında zayıf bir tahammül yoludur, bu şekilde hududu genişletilince zayıflığı daha da artar” demiştir.
Ancak başta İbnu Mende olmak üzere, Ebu’t-Tayyib et-Taberî, Ebu Abdillah İbnu Attâb, Ebu’l-Velîd İbnu Rüşd el-Mâlikî, Ebu’l-Haccâc el-Mizzî, Ebu Abdillah ez-Zehebî gibi birçokları bunun cevazını kabul etmiştir.
Zeynü’d-Dîn el-Irâkî, bir kısım hadis cüzlerini, Bağdatlı ve Mısırlı bir kısım âlimlerin icazet-i ammeye dayanarak yaptıkları rivayetten kıraat yoluyla ahzettiğini belirtmekle birlikte, bu tarzın sıhhati hususunda mütereddit olduğunu ve “o tarîklerden rivayet hususunda tevakkufu ihtiyar ettiğini” söyler. Keza İbnu Hacer el-Askalâni de bu suretle tahammül edilen hadisi pek zayıf addettiğini şu şekilde ifade etmiştir: “Gerçi icazet-i âmme-i mutlaka ile rivayeti büsbütün terketmek daha iyi ise de, hadisin mu’dal olarak rivayeti yerine ona binâen rivayet evlâdır”.
Görüldüğü üzere ulema çoğunluk itibariyle icazet-i âmme suretiyle hadis tahammülüne kesin bir dille “caîz değildir” dememiş, sıhhatini -ihtiyatla da olsa- kabul etmiştir.
4- Meçhul bir kitab için muayyen bir kimseye veya muayyen bir kitab için meçhul bir şahsa rivayet izni verilmesi. Meselâ şeyh, rivayet etmekte olduğu birçok sünen kitabından, hangisi olduğunu tasrîh etmeksizin: “Sana, Sünen kitabını rivayet etmene izin verdim” demesi veya Muhammed İbnu Hâlid ed-Dımeşkî adında pekçok insan bulunduğu halde hiçbir tasrihe yer vermeden, “Muhammed İbnu Hâlid ed-Dımeşkî’ye izin verdim…” demesi.
Her iki tarz ifadeyle yapılan icazet bâtıldır. Tasrîh edici bir karineye yer verildiği takdirde sahih olur.
İcazette isimleri belirtilen bir cemaate veya bir ferde izin verse, bunları şahsen tanımasa, neseblerini, sayılarını bilmese de icazet sahih olur. Nitekim, hadis tahammülünün en kuvvetli yolu kabûl edilen sema’da, rivayetin sahîh olması için, şeyh’in dinleyenleri ismen, neseben tanıması şart değildir. Şeyh onları şahsen tanımasa da onların bilâhare yapacakları rivayet sahîh olur.
5- el-Irâkî ve el-Kastalânî’nin müstakil bir icazet çeşidi addettikleri beşinci nevi bir icazet şu sigayla ifade edilmiştir: “Falan’ın dilediği kimseye izin verdim”. Burada izin muayyen veya gayr-ı muayyen bir kimsenin arzusuna bağlı kılınmaktadır. Görüldüğü gibi, izin verilen şahıs belli değildir. Bu sebeple bunun da bâtıl olacağına hükmedilmiş, bunun “Halktan birine izin verdim” demekten farksız olduğu belirtilmiştir. Böyle hükmeden el-Kadı Ebu’t-Tayyib vekâletin tâlîk edilemeyeceği prensibine dayanmıştır.
Ancak Ebu Ya’lâ İbnu’l-Ferra el-Hanbelî ile Ebu’l-Fazl Muhammed İbnu Ubeydullah İbni Umrus el-Mâlikî gibi bazıları, “arzusuna bağlı kılınan zât, arzusunu izhâr edince cehâletin ortadan kalkacağını” ileri sürerek bu tarzın sahîh olacağını söylemiştir. Bu düşüncede olanlar kendilerine sünnetten delîl de gösterirler: Hz. Peygamber efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Mûta gazvesine Zeyd İbnu Hârise’yi komutan tayin edince: “Şayet Zeyd öldürülürse Cafer, Cafer de öldürülürse İbnu Ravâha komutan olacak” diye tenbihlemiş idi.
Şeyh’in “İcâzeti arzu eden herkese izin verdim” demesi de batıl bir tarz ise “Benden icazet isteyen herkese izin verdim” şeklindeki bir icazetin caiz olacağı kabul edilmiştir. Zira burada icazeti başkasının arzusuna tâlik mânâsı yoktur, çünkü her icazetin gereği zâten, rivayeti, mücâzün leh’in arzusuna bırakmadır.
Keza: “Falan kimse falan şeyi benden rivayeti arzu ederse kendisine izin verdim” veya “Sen arzu edersen, sana icazet verdim” denmesi halinde mücâz (izin verilen rivayet) belirlenmiş, tâlik işi de belli bir şahsın arzusuna yapıldığı için böyle bir icazetin caiz olduğu söylenmiştir.
6- Ma’dum’a yâni henüz mevcut olmayana icazet. Bu şöyle ifade edilmiş olabilir: “Falanın doğacak çocuğuna izin verdim”. Bu tarzın sıhhati hususunda müteahhirîn ihtilâf etmiştir. Şaz olarak cevaz veren olmuş ise de sahîh olan bâtıl olduğudur.
Ancak ma’dum mevcûda atfedilir ve: “Falana ve nesli devam ettikçe evlad ve soyuna izin verdim” şeklinde olursa caiz olacağını daha çok kabûl edenler çıkmıştır. Bunlar kendilerine, Ebu Dâvud’un kendisinden icazet isteyen bir kimseye: “Sana da, doğacak çocuklarına da izin verdim” sözünü de delîl olarak gösterirler. Ancak bunun mübâlağa maksadıyla söylenmiş olacağına dikkat çekilmiştir.
7- Şeyhin, henüz tahammül etmemiş olmakla beraber ilerde tahammül edeceği merviyyata verdiği rivayet iznidir. Kadı İyaz: “Ben bunu tenkîd edeni görmedim, üstelik müteahhirinden buna başvuran da gördüm” der ve Kurtuba kadısı Ebu’l-Velîd’in bunu yasakladığını anlatır, kendisi de bunun uygun bir icazet olmadığını söyler. Nevevî de: “Doğru olan bu icazetin caiz olmamasıdır” der.
Ancak, şeyh: “Nazarında benden olduğu sabit olan ve alacak olan bütün rivayetlerim için sana izin verdim” diyecek olsa bu icazetin sahîh olduğu, Dârâkutnî ve başkalarının da yaptığı, Tedrîb’te belirtilir.
8- İcâzetü’l-Mücâz’dır. Yani icazetle tahammül olunmuş rivayete verilen izindir. “Bana izin verilmiş olan bütün rivayet için sana izin verdim” demesi veya “Rivayet etmem için bana icazet verilmiş olsa bütün rivayet için sana izin verdim” demesi ile verilen izindir.
Bu çeşit icazetin caiz olmayacağına dair Hâfız Ebu’l Berekât el-Enmârî telifde bile bulunmuştur. Ancak, çoğunluk itibariyle cevazına hükmedilmiştir.[3]
Dikkat: Bulkînî’nin de açıkladığı üzere icazetin tahakkuku için, kendisine icazet verilen kimsenin (mücâzün-leh) icazeti kabul etmesi şart değildir. Keza icazeti verdikten sonra şeyh’in bundan vazgeçmesi icazeti iptal etmez.
Âlimler: “Mücîzin, izin vermediği şeyi bilmesi, mücâzun leh’in ilim ehlinden olması müstahsendir” demiştir. Başta İmam Mâlik, bir kısmı ise bunu şart koşmuştur. İbnu Abdilberr: “Sahîh olan şudur ki “İzin verilen kimse, nisbet edilmesi müşkil olmayan belli bir sanatta mâhir olmalıdır” der.
Ğayr-i mümeyyiz çocuk, deli, kâfir, fasık ve bid’atçıya verilen icazet ise ihtilaflıdır.
İcazet, hocanın bizzat okuttuğu talebesine, okuttuklarını rivayete izin vermesi anlamında gerçekten Müslümanlara has bir usûldür. [2]
[1] Oldukça detay ihtiva eden icazetin bütün çeşitleri hakkında bilgi için A. Naim, Tecrid Tercemesi 1, 421-423; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 57-58
[2] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87.