Allâhu Ekber, Allâhu Ekber
Allâhu Ekber, Allâhu Ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah
Minareden davudi bir seda ile okunan ezan sesi, tüm evreni kaplamıştı sanki. 45 yıldır bu sese aşina olan kulağı, bedeni, gönlü, her seferinde bir başka etkileniyordu. Her zamanki gibi namazı cemaatle kılmak üzere camiye yönelirken, rahmetli dedesinin babasına öğrettiği duayı anımsadı: “Ey Rabbim! Beni ve neslimden (gelenleri) de namazı gereği gibi kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul buyur.”[1] Her namazının ardından sesli bir şekilde bu duayı yapan babası kendisine de öğretmiş, namazlarından sonra bu ayeti okumasını tavsiye etmişti.
Çok genç yaşta evlenen anne babası, mahallede sevilen, saygı duyulan, ağızları dualı orta yaşlı bir çifttiler artık. Evliliklerinin başından itibaren gözaydınlığı olacak bir nesil ister, şöyle dua ederlermiş: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden gözler(imizin) nuru (olacak iyi insanlar) lütfet ve bizi (fenalıktan) sakınanlara rehber yap.”[2] Allah(c.c)’ın büyük nimetlerden biri olan ilk evlatlarını kucaklarına aldıklarında, oğlumuz iyilik eden, Allah (c.c)’a teslim olan Halîl’i gibi ve merhamet timsali Hz. İbrahim gibi merhametli olsun diye Halil İbrahim koymuşlardı adını. Adını seviyordu ve hakikaten isminin vasıflarıyla da muttasıftı.
Adana’ya 86 yaşındaki babaannesini ve akrabalarını görmeye yani sıla-i rahim yapmaya gelmişlerdi. Babaannesi artık iyice yaşlandığından ve hastalığından dolayı çok rahat hareket edemiyordu. İyice beli bükülmüş, daha bir ufalmıştı sanki. En ufacık şeyde kuluna merhamet edeceğini bildiren Allah-u Teâlâ’nın, ihtiyarların yaşlarını da mağfireti için sebep kılacağını Efendimiz (sas) ‘in müjdelediğini hatırlayarak ne mutlu babaanneme diye düşündü. “…Bir kişi 80 yaşına gelince, iyiliklerini mükâfatlandırır, kötülüklerini affeder. 90 yaşına varınca, onun geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret eder ve kendisini aile halkına şefaatçi kılar ve bir münadi ona, “Bu, dünyada Allah-u Teâlâ’nın himayesine girmiş bir kimsedir” diye seslenir.
Geldikleri ilk gün babası annesinin elini öptüğünde bembeyaz sakallı koca adamı küçük bir çocuk gibi kucaklamış, koklamış, öpüp dualar etmişti. Halil İbrahim Bey, bu görüntü karşısında eskiden babam babaannemin yanında küçücüktü, şimdi babaannem babamın yanında bir çocuk kadar, diye düşündü.
“…İçinizden kimi de daha önce bazı şeyleri bilirken, sonra (küçük çocuk gibi) bir şey bilmemesi için ömrünün en kötü (düşkün devre)sine götürülür.….”[3] Bir insanın doğumundan yaşlılığına kadar olan tüm merdivenler birer birer çıkmış, erzel-i ömür denilen insanın bu en düşkün halinden Efendimiz (sas) ‘in müjdesindeki gibi devamlı Kur’an-ı Kerim okuması sayesinde korunmuştu babaannesi. Bize düşen küçükken onların bizim üzerimize indirdiği merhamet kanadını, şimdi bizim onların üzerine indirmek. “Onlara merhametten dolayı alçak gönüllülük kanadını indir ve: “Ey Rabbim! (Bunlar) küçükken beni (acıyıp) yetiştirdikleri gibi (sen de şimdi) onlara acı (ve esirge)…”[4]
Namaz kılınmış, eller gönülden dualar için semaya açılmıştı. Babasının öğrettiği duayı yapıp, kendi neslinin de namazı gereği gibi kılanlardan olmasını niyaz etti en yüce makamdan. Merhamet diledi, affedilmek istedi. Biliyordu ki Allah(c.c)’ın rahmeti sonsuzdu, tıpkı okyanusa damlatılan ufacık damlaların okyanusun içinde kayboluşu gibi, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinin içinde pişmanlıkla tevbesi edilen günahlar da kaybolur gider. Allah-u Teâlâ kuluna gazap etmek istemezdi.
Duasını bitirdikten sonra “âmin” diyerek yerinden kalktı. Caminin içini dolaştı, inceledi, büyükçe bir camii idi. İstanbul’daki Sultan Ahmet Camii planına göre yapıldığı söylenirdi, aynı onun gibi altı minareli idi Adana Merkez Camisi. Seyhan Nehri kenarına inşa edilmiş, çevre düzenlemesiyle Adana’nın çehresini değiştirmişti. Çukurova’nın yağmurlu, kış mevsiminin en sert geçtiği Şubat ayının aksine, güneşli, sımsıcak baharı hissettiren bir hava vardı. Caddelerin kenarlarında sarı liralar takılıymışçasına her dalında limon ve turunç sallanan ağaçları seyrederek, nehrin kıyısınca yürümeye başladı. Sonra bir banka oturdu, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği şehirdi burası. Şimdi ise baba olmuş, hatta birkaç ay sonra dede olacaktı.
Annesi ile babasının babaanne ve dede oldukları yani kendisinin ilk baba olduğu zamanı geldi gözünün önüne. Hastane odasında babasına sarılıp gözyaşlarına boğulmuş, beraber ağlamışlardı. Hanımıyla beraber kendilerini ne kadar aciz hissetmiş, “Rabbim çok büyüksün, Allah’ım çok büyüksün” demekten başka bir şey söyleyememişlerdi. Bir annenin, bir babanın evladı için doğduğu andan itibaren içinin nasıl yandığını, onun için en güzelini istediğini, ona nasıl merhamet ettiğini o zaman daha iyi anlamışlardı.
Tüm bunlar film şeridi gibi gözünün önünden geçen Halil İbrahim Bey, karşıdan oğlu İsmail ve 25 yıllık eşi Hacer Hanım’ın geldiğini fark etti ve isim babası olan Hz. İbrahim’in 40’lı yaşlarda ettiği duayı tekrarladı:
“….Yâ Rabbi! Gerek bana, gerek anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi, razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et (ve beni muvaffak kıl). Neslimi de benim için ıslah et (onları iyi insanlar yap). Şüphesiz ben, tevbe edip sana yöneldim ve hakikat ben, (sana) teslim olanlardanım.”[5]