İnsanoğlu fıtrat itibariyle yiğitliği ve yiğit kimseleri sever; onları örnek almak ister. Yiğit, cesaret sahibi kimseye verilen isimdir. Müslümana yaraşır bir davranış olan cesaret ise güzel görülen, övülen bir davranıştır; güç veya tehlikeli bir işe girişirken kişinin kendinde bulduğu güvendir.
Güven, bir çeşit inanma ve bağlanmadır. Bu inançtaki kuşkusuzluk ve bağlılıktaki kuvvet, cesaretin derecesini ortaya koyar.
Cesaret, bir itidal halidir. Gazap/öfke enerjisinin itidal üzere kullanılmasıdır. Dolayısıyla bir anlık parlama ile körü körüne ileriye atılmak değil, kuvvetini doğru ve isabetli değerlendirme halidir.
Cesaretin azlığı, korkaklık olarak ifade ettiğimiz durumu ortaya çıkarır. Korkaklık, sabır ve sebat gösterilmesi gereken yerlerde korku nedeniyle kaçmak ve geri durmaktır. Canını gereğinden fazla sevmekten, nefsi şımartmaktan kaynaklanır. Bu sevgi yüzünden ve gevşeklik sebebiyle nefse ve şeytana karşı koyamama halidir.
İslam Tarihi eserlerimizde, arkadaşlarının Hz. Peygamber’i (sas) anlattığı rivayetlerde, O’nun insanların en cesaretlisi/ şecaatlisi olduğunu okuruz. Abdullah b. Ömer (ra) “Rasûlullah’dan (sas) daha cömert, daha necdetli (korkusuz) ve daha şecaatli (cesaretli) kimse görmedim.” demiştir.[1] Bunun boş bir övgü olmadığını, Efendimiz’in (sas) hayatında çok net görebiliriz. Bu olayların analizini yaptığımızda da o cesaretin arka planında, Rabbe duyulan sonsuz güven ve sadık bir bağlanmayı fark ederiz.
Hz. Peygamber’in (sas) cesaretini, Hicret esnasında Sevr Mağarası’nda yaşanılan hadise üzerinden okumaya, anlamaya çalışalım:
Kureyş müşrikleri, Efendimiz’i (sas) ellerinden kaçırmamak için tüm güçleri ve öfkeleri ile iz sürmektedir. Hz. Peygamber (sas) ve arkadaşı Ebû Bekir (ra) bir mağarada beklerken, iz sürücüler, mağaranın kapısına kadar gelmiştir. Hz. Ebû Bekir (ra), birisinin eğilip baktığında kendilerini göreceğinden endişelenir. Bu endişeye karşılık Efendimiz’in (sas) “Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir.” diyerek sükûnetini muhafaza eder.[2]
Bu olayı Tevbe Suresi’nin 40. ayet-i kerimesinde de şöyle okuruz: “…Hani vaktiyle kâfirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları (hicretine sebep oldukları) zaman, (Ebû Bekir’le) ikisi (Sevr dağında) mağarada iken, arkadaşına: ‘Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir.’ diyordu. (İşte o zaman) Allah, o(na yardım etti ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güveni indirdi. O’nu, görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkâr edenlerin sözünü (dâvâsını) en aşağı kıldı. Allah’ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah mutlak galiptir, eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.”
Efendimiz’in (sas) Rabbi’ne karşı duyduğu güvenin samimiyeti ve sağlamlığı, kendisinde üst seviyede bir “cesaret” olarak tezahür etmiştir. Çünkü Efendimiz (sas) biliyordu ki, yarattıkları üzerinde eşsiz kudret ve yetki sahibi olan tek varlık Allah’tır. En’am Sûresi 17. ayet-i kerime bu gerçeği ilan etmektedir. “Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa, kendisinden başka onu giderecek hiçbir güç yoktur. Yine, sana bir hayır dokundurursa da (öyledir). Çünkü O, her şeye kâdirdir.”
“Allah mutlaka bizimle beraberdir.” ifadesindeki huzur ve güven, Efendimiz’i (sas) korkudan uzak tutmuştu. Çünkü Allah her şeyin sahibidir. O’nun dilediğinden başka bir şeyin olması mümkün değildir. O halde korkarak kaçmak/ geri durmak, Allah’a duyulan güvenin eksikliğine işaret etmez mi?
Korkaklığın, nefsin şımarıklığından kaynaklandığını belirtmiştik. Şımarık bir nefis, bu dünyada sahip olduğu ve olabileceği her şeyin gerçek sahibinin, Malikü’l-Mülk olan Allah Teâlâ olduğunun farkına varamaz. Bu basiretsizlik neticesinde, elinde olan menfaatleri kaybetmekten ya da umduğu faydaları kazanamamaktan korkarak, bu korkularının kulu, kölesi olur. Yaratıcısını hakkıyla bilen bir kimse ise, nefsini terbiye yolunu tercih eder; tek korkusu Rabbi’nin rızasını kaybetmek olacağı için, dünyadaki tüm tehlikeler karşısında cesaret gösterebilir. Zira kazanmak ve kaybetmek O’nun dilemesi iledir.
“Allah mutlaka bizimle beraberdir.” ifadesini içine sindiren Peygamber Efendimiz (sas) hayatı boyunca, hiçbir zaman korkakça bir tavır göstermemiştir. Her zaman mazlumun yanında, zalimle mücadele etmiştir. Enes b. Malik (ra) şöyle anlatır: “Rasûlullah (sas) insanların, en güzeli, en cömerti ve en şecaatlisiydi. Medine’de bir feryat, korkulu bir hal oldu mu, Peygamber (sas) hemen feryadın geldiği yere yetişirdi.”[3]
Efendimiz (sas) Allah yolunda cihat ederken, bir an tereddüt göstermemiştir. Hz. Ali (ra), Bedir Savaşı’nda düşman safına Peygamberimiz’den (sas) daha yakın bir kimse bulunmadığını bildirmiştir.[4] Hz. Abbas (ra) da Huneyn’de Müslümanlar bozgun yaşadığında herkes kaçışırken, Efendimiz’in (sas) atını ileri doğru sürdüğünü anlatmıştır.[5] Daha birçok örnek olayı, sahih rivayetler arasında görürüz.
Efendimiz (sas) Rabbi ile kurduğu bu güven ilişkisi neticesinde ve dünyalık menfaatlere paye vermemesiyle, ömrü boyunca cesaret numunesi olmuştur. Bu cesaretin de Rabbi’nin bir lütfu olduğunun farkında olarak her namazdan sonra şu duayı okumuştur: “Allahümme innî eûzu bike mine’l-cübni ve’l-buhl… (=Allah’ım, korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım…)”[6]
Zeynep Yaren Çelikbilek
[1] M. Asım Köksal, Hz.Muhammed (sas) ve İslamiyet, c.7-8, s.917, Işık Yay. [2] Aynı yer [3] Age, s.918 [4] Aynı yer [5] Age, s.921 [6] Buhârî, Cihad 25, Daavât 37, 41, 44; Müslim, Zikir 50, 52; Nesâî, İstiâze 5, 6, 27, 39; İbn Mâce, Duâ 3