20 Nisan 2024 / 11 Şevval 1445

İlme ve Tekniğe Önem Vermek

Âlimler başımızın tacıdır, hocalarımız da başımızın tacıdır. İslâm ilme çok büyük önem veriyor, âlime çok büyük önem veriyor. Ama nasıl? “Bana bir harf öğretenin, ben kölesi olurum!”[1] buyuracak kadar ilim sevgisi veriyor İslâm, müminlerin kalbine… Yani, maneviyatı öğretmek, asıl mürşit olmak vs. değil… Harf öğretenin bile kölesi olurum diye bir şey. “Çin’de bile olsa, alın!”[2] diyor. Hikmet, maneviyat Mekke’de, Hicaz’da… Çin’de bile olsa ilmi alın ne demek? Gayr-i dinî olan ilimler de lâzım, hepsi lâzım ve bir ilimde Müslümanlardan hiçbir temsilci ve hiçbir araştırıcı olmazsa, bütün Müslümanlar vebal alırlar. Çünkü oraya bir elemanlarını ayırmamışlar, göndermemişler.

Dünya üzerinde ne kadar ilim varsa, o kadar ilimde Müslümanların çalışan elemanı olması lâzım. Eğer yeni yeni, birtakım adını yeni duyduğumuz duymadığımız ilimler var da Müslümanlar onu bilmiyorlarsa; o zaman bütün ümmet vebal altında kalır. Neden? Çünkü onu öğrenmek farz-ı kifâyedir. Mesela, şurada bir zavallı, yoksul, gariban ölse, cenazesini kimse kaldırmasa, bütün ümmet mesuldür. Ama üç kişi kaldırıp cenaze namazını kıldı mı öteki ümmetten o farziyet düşer. Zira farz-ı kifâyedir; biri yaptı mı ötekisinden kalkıyor… İlim de öyledir. O halde biz Müslümanlar bütün ilimlere sarılmalıyız.

İlimlerin tasnifi vardır:

  1. Âlî ilimler. Yüce ilimler, din ilimleri, Allah’ın rızasını, cenneti kazanmaya sebep olacak bilgiler…
  2. Alet ilimleri. Âlî ilimleri elde etmeye yarayan, vasıta, araç durumunda olan ilimlerdir.

Muhakkak ki ilimlerin en yükseği, Allah’ı bilme ilmidir, marifetullahtır. Ama bugün artık acı tecrübelerle çok iyi biliyoruz ki ihmal edilen dünya bilgisi de Müslümanlara bir ahiret azabı sebebi olabiliyor… Bir Müslüman ülkenin felaketine sebep oluyor, düşman karşısında hezimetine sebep oluyor; yıkılmasına, ezilmesine, zulme uğramasına sebep oluyor. Zalimler, sonunda Müslümanlara baskı yaparak, ters telkinler yaparak, cebrî dinsiz eğitim yaparak nesilleri dinden, imandan uzaklaştırabiliyor. Onun için ilimlerin hepsi, hem din ilimleri, hem dünya ilimleri bizim için sevimlidir, sevgilidir, muhteremdir, baş tacıdır…

Tek tek çok iyi yetişmemiz gerekiyor. Zaten tasavvuf bu! Tek tek iyi yetişeceğiz, her yönden iyi yetişeceğiz ve dünya piyasalarında rekabete; kendi dalımızda dünya şampiyonluğuna oynayacağız. Kardeşlerimiz kendi dalında dünyanın neresinde ne neşredilmişse, onu takip edebilmeli… Mesleki mecmuaları takip edebilmeli. Fakülte kütüphanesinde mutlaka vardır; arasın, bulsun, okusun… Ve kendi mesleği için haftanın bir gününü ayırsın. “Ben kendi mesleğimdeki yeni gelişmeleri takip etmek istiyorum.” diye mutlaka çalışsın.

Bir kitap çıkar çıkmaz eskir. Çıktığı anda eskimiş demektir… Kitap, klasik bilgileri verir. O klasik bilgiler eskimiştir, uzun zaman eleştirilmiştir, konuşulmuştur, bu arada kitaba girecek birçok yeni konu ortaya çıkmıştır. En yeni bilgiler, mesleki mecmualardadır. Onun için mesleki mecmuaları takip seviyesine gelememişseniz, çalışmalarda ilim ve teknik şartını yerine getirmemişsiniz demektir.

Mesleki eğitim müesseselerinizin yayınları kütüphanenizde bulunsun!.. Avukatsanız, hukuk fakültelerinin neşriyatı; iktisatçıysanız, iktisat fakültelerinin, işletme fakültelerinin neşriyatı yanınızda bulunsun! Ama mecmualar, önce mecmualar! Çünkü bir doktor, bir araştırma görevlisi, bir yardımcı doçent, bir doçent, bir profesör “yeni bir şey” yazar… Yani, eskiyi tekrar etmez. Eskiyi tekrar, yeni bir katkı getirmemek ayıptır ilim adamı için… Yeni bir şey yazacaktır. Bu yeni şey de mecmuada olur. Onun için mecmuaları takip etmek gerekiyor.

Bir pratik tecrübedir bu. Mecmuaları takip seviyesine gelemediğiniz bir ilim dalında, söz sahibi olamazsınız. O seviyeye gelmeniz, o detaya inebilmiş olmanız gerekiyor.

Sonra, kendi mesleğinizden olan insanlarla irtibatınız olması lâzım! O sahanın güzide isimleriyle ilgili, irtibatlı olmanız lâzım! Velev, tamamen bizim fikrimizde olmasa bile… Çünkü ilmin vatanı da yoktur, bir şahsa bağlılığı da yoktur, ilim ilimdir; Alman’dan da alınır, İsveçli’den de alınır, Türkiye’deki bir başka şahıstan da alınabilir. Senin gibi camiye gelmiyordur, senin gibi namaz kılan bir kimse değildir ama ilim adamı ise onunla az çok iyi bir münasebet içinde olmaya çalışmanız lâzımdır.

Bir de yapmak istediğiniz şeyi “en güzel şekilde” yapmaya çalışın ve kullandığınız araç “en güzel” olsun! Bilgisayar kullanmayı öğrenin! Çünkü süratle arayıp bulma, tasnif etme imkânları oluyor vs. Data banklara üye oluyorsunuz, oradan bilgiyi alıyorsunuz… Herhangi bir ülkedeki bir yere bilgisayarla bağlanıyorsunuz, oranın kütüphanesinden istediğiniz neşriyatı, evinizdeki ekrana getirmek mümkün oluyor… Bu çok güzel bir şey! Ben eskiden üniversitede hoca iken kütüphaneler niye beşte kapanıyor diye kahrolurdum. Zira dört buçukta adam gözümün içine bakmaya başlardı. Beşe çeyrek kala, “Lütfen hocam, kitabı verir misiniz?” derdi; saat beşte kapanacak diye… Ben de sabah akşam oraya gidiyordum. Kütüphanede bir şahısla bir sohbet açsak, iki dakikam kaybolsa üzülürdüm… Şimdi evinde, ekrandan istediğin bilgi gelecek karşına… Çok güzel bir şey.

Bunlardan istifade etmek için bir de yabancı dil gerekiyor. Mutlaka çok güzel yabancı dil bileceksiniz! Bir Müslüman olarak İslâm’ı onlara anlatmamız bakımından da lâzım, o bilgileri almamız için de lâzım…

Her ilmin kıymeti var ve herkes birtakım şeyleri en iyi tarzda yapmayı öğrenmeli! Müslümana yakışan, yaptığı işi güzel yapmaktır, tekniğine uygun yapmaktır, en mükemmel yapmaktır. O bakımdan, dinî bir heyecanla, ilim ve tekniğe çok büyük önem vermeliyiz.

Allah (celle celâlüh) bize tevfikini refik eylesin; hayırları işlemeyi, ümmet-i Muhammed’e faydalı olmayı nasip buyursun; huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak yüzü ak, alnı açık varmaya, cennetiyle, cemaliyle müşerref olmaya muvaffak eylesin, âmin bi-hürmeti seyyidi’l-mürselîn sallâllâhu aleyhi ve âlihî ve selleme teslîmen kesîrâ.

*Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (Rha)’ın Mayıs 1993 tarihli İslam Dergisi başmakalesidir.

 

 

[1]  Ebû Ümâme’den nakledilen rivayet için bk. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII, 112, hadis no: 7528; Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, II, 7, hadis no: 818; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân II, 406, hadis no: 2214; İbn Asâkîr, Târîhu Dımaşk, V, 359.

[2] Enes b. Mâlik’ten nakledilen rivayet için bk. Bezzâr, I, 175, hadis no: 95; Deylemî, I, 78, hadis no: 236; Ukaylî, ed-Du’afâ’, II, 230; İbn Adiy, el-Kâmil fî’d-du’afâ’, IV, 118; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, IX, 363; er-Rıhle fî talebi’l-hadîs, s. 72, 75-76; İbn Abdilber, Câmi’u beyâni’l-ilmi ve fadlih, hadis no: 12, 13, 19; Beyhakî, Medhal, hadis no: 243.