Emin, emanet, emniyet… Sıkça kullandığımız bu kelimeler, Arapçada aynı kökten türemiştir. E-M-N mastarı güvenmek, korku ve endişeden uzak olmak anlamına gelmektedir. Kendisine güvenilen, hıyanet etmeyen, sözünde duran, vefalı, başkalarından korkmayan kimseye emin denilmektedir. Emanet ise güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeyin adıdır. Aynı zamanda, kişinin emin olma halini de anlatan bir ifadedir. Kişinin ya da bir nesnenin güvende olması haline de emniyet denir.
Bu kavramlar günlük hayatımızda önemli bir değere sahiptir. Ahlak sisteminin temelini oluşturan bu değer, emanet bilincidir. Ahlaki duruşu emanet bilinci üzerine bina etmek, güvenilir dolayısıyla sağlam bir ahlaka sahip olunması anlamına gelir.
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Halife kavramının çok uzun açıklamaları olmakla birlikte, tüm bu açıklamaların vardığı nokta, insanın içinde bulunduğu âlemin emini olduğudur. Bu durumu daha rahat ifade edebilmek için kültürümüzde yer alan şehremini kelimesini hatırlamak yerinde olacaktır. Osmanlı döneminde bir beldeyi imar etmesi için görevlendirilen kişiye şehremini adı verilirdi. Bu görevlendirmede asıl olan, beldede bulunanların kendisine güvenebileceği nitelikteki kimselerin seçilmesidir. Demek oluyor ki şehremini, tüm şehir halkının ve hatta şehirde bulunan her varlığın emniyetini sağlama sorumluluğu taşımaktadır. Bu benzetmeden yola çıkarak insanın da yaratıcısının halifesi olarak, bulunduğu mekân ve zamanın emniyetini sağlamakla sorumlu olduğunu ifade edebiliriz.
Her çoban kendi sürüsünden mesuldür ilkesi doğrultusunda her insan da elinin, gözünün, aklının ulaştığı zamandan, mekândan ve bunların içinde bulunan her şeyden sorumludur. Öyleyse insan öncelikle varlığının farkında olmalıdır. İnsana verilen en önemli emanet kendi varlığıdır. Kendisine zarar verecek maddi ve manevi durumlardan korunma arzusu, emin olmanın başlangıcıdır.
İlk aşama, aynı zamanda hedef noktasıdır. Zira kendisine nelerin zarar vereceğini, nelerin fayda sağlayacağını bilmek, kâmil insan olma alâmetidir. Bu süreçte önemli olan kendi varlığının emanet olduğunu idrak etmektir. Aksi takdirde kendisinin sahibi olduğunu düşünen insan, Firavun özelliklerini taşımaya, her şeyin sahibi olarak da kendini görmeye başlamaktadır. Bu bulanık görüşle, fayda ve zarar algısı da bozulmakta, sonu büyük zararlara gebe olan anlık hazlardan fayda umulmaktadır.
Kendi varlığının farkında olan insan, kendisi ile ilişkide bulunan varlıkların da farkına varır. Halifelik sorumluluğu, âlemi ve dahi âlem içre canlı-cansız her varlığı, yaratıcının emaneti bilmeyi gerektirir. Âlemin emini tayin edilmek, ilişkide bulunulan her varlığa eman vermeyi gerektirir. Emin birey, ailesine, akrabalarına, komşularına, hemşehrilerine… hayvana, bitkiye, eşyaya… eman vermektedir.
Yaratıcının halife olarak andığı insan, bu emniyeti sağlayabilecek kabiliyette ve güçtedir. Allah’ın elçisi (sav) “Şüphesiz ki emanet, insanların kalplerinin ta derinliklerine kök salıp yerleşti…”[1] buyurarak, emanet duygusunun insanın fıtratında olduğunu bildirmiştir. İnsan fıtratından uzaklaştıkça, bu duyguyu kaybeder. Bu kayboluş, insanın hem kendisine hem de ilişki içine bulunduğu her varlığa zarar verebilecek bir hale dönüşmesi neticesini doğurur. Bu kayboluş, insanın yaratıcısı ile doğru bir ilişki kuramaması demektir. “Emaneti olmayanın, imanı da yoktur.”[2] hadis-i şerifi bu gerçeği ilan etmektedir.
Zeynep Yaren
[1] Buhârî, Rikak, 35, Fiten,13; Müslim, İman, 230
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3, 135