İslâm mutluluk dinidir. Hem ferdin dünya ve âhiret mutluluğunu sağlar hem de toplumun huzurunu garanti edecek değerli hükümler ihtiva eder. Bu bakımdan severek benimsenmesi ve duyarak yaşanması büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü onun engin inancından, hikmet dolu hükümlerinden uzak kalışın acılarını fert ve toplum olarak derinden hissediyor, zararını bütün açıklığıyla görüyoruz. Bu gerçeği yıllar önce sezen büyük şairimiz Mehmed Âkif merhum şöyle demişti:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdândır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın…
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.
Hayat artık behîmîdir… Hayır ondan da alçaktır;
…
Ne millet kurtulur, zîrâ ne milliyyet ne istiklâl.[1]
O halde fertleri iyi insan ve olgun Müslüman haline getirmeye çalışmak aynı zamanda vatan borcudur.
Acaba vicdan duygusunu geliştirmek, fertleri faziletlere yöneltmek için işe nereden başlamak gerekir?
Şairin de işaret ettiği gibi iyi Müslüman ve faydalı insan olmak, her şeyden önce Allah’ı arayıp bulmaya, tanıyıp sevmeye dayanır. Bu sevgi eşsiz bir güç kaynağı, sonsuz bir mutluluk menbaıdır. Tanıdığımız ve sevdiğimiz din büyükleri o mertebelere bu sevgi ve bu yanış ile yükselmişlerdir. Mevlânâ bu yüzden;
“Kimde bu ateş yok ise, o yok olsun.” diyor.[2]
Eşrefoğlu da;
Seni sevmek benim dînim imanım,
İlâhî dîn u îmândan ayırma.
Balığın canı su içre diridir,
İlâhî onu ummandan ayırma.[3]
demiş.
Yunus’un Dîvânı, baştan sona bu aşkı terennüm ediyor. Dinî edebiyatımız bu sevgi şiirleriyle doludur.
Bu asil sevgi, Allah’ın müstesna bir ikramıdır. O halde bizzat O’ndan istenmelidir. O’na layık olmak ve ermek için ilk adım “tevbe”dir. Tevbe yanlış yoldan doğruya dönüş manasına gelir. Yani insanın önce manevi birer zehir olan günahlardan el çekmesi, dışını-içini pak etmesi, Allah’a yönelip O’ndan bağışlanmasını dilemesi ve yardım istemesi gerekir. Açıktır ki kızılacak işler yaparken kirli-paslı, çirkin bir durumda iken kulun sevmesi ve sevgisine karşılık bulması mümkün olamaz; temizlenmeli, süslenmeli, kendine çeki düzen vermelidir.
İkinci adım tefekkür, teemmül ve çevreye ibret nazarıyla bakmaktır. İnsan dünyaya nasıl ve niçin geldiğini, hayatın maksat ve gayesinin ne olduğunu, ölümü, ölüm ötesini, kendi varlığının mahiyet ve işleyişini, çevresindeki varlıkları ve olayları düşünmeli, olaylar arasındaki bağlantıları sezmeye çalışmalıdır. Kur’an bizden bunu ısrarla istiyor. Çünkü bu derin düşünme faaliyeti kulu, tabiattaki eşsiz düzenin kurucu ve yöneticisine, sonsuz derecede bilgili ve kudretli yüce yaratıcısına götürecek, O’nu tanıtacak, hatta O’na hayran kılacaktır.
İnsan dikkatle incelediği zaman, kendisinin sahip bulunduğu varlığın, kudretin, kabiliyetlerin ve nimetlerin Allah’ın lütuf ve ihsanı eseri olduğunu anlar, çevresinde dönen karmaşıklığın gizli ahengini kavrar. Hatta yaptığı her iyi hareketin karşılığında mutlaka ilâhî bir armağana nail olduğunu, kötülüklerin ilâhî bir adaletle cezalandığını sayısız tecrübelerle iyice kavrar. Kâinatın esrarlı işleyişinin hikmetine erer, aşina olur. Bu sezgi ve gözlemler onu heyecanlandırır. Yüzme bilenin denize güvenip teslim olduğu gibi ilâhî iradeye bağlanır, o muhteşem ahengin sahibine derin bir sevgi ve iştiyakla bağlanır, yanar yakılır. Nitekim Yunus şöyle diyor:
İşitirem sözünü
Göremezem yüzünü
Yüzünü görmekliğe
Cânım veresim gelir.[4]
Bu sevgi sonra O’nun hatırı için bütün varlıklara yönelir, yayılır. Sonsuz bir hayırhahlık ve engin bir hoşgörü olur. Yine Yunus’un bu yüzden;
Bostanlar başın buldum
Bostanım yağma olsun,
…
Ballar balını buldum
Kovanım yağma olsun.[5]
dediğini görüyoruz.
Bu sevginin devamı da yine ilk adımdaki şarta, itaat ve teslimiyet şartına bağlıdır. İtaat ve teslimiyet aynı zamanda bu sevginin tabii sonucu ve gereğidir de. Çünkü seven sevdiğini hoşnut etmeye çalışır, sevdiğinin emir ve yasaklarına itaat eder, ona karşı gelmez, âsi olmaz.
Emir ve yasaklar ise dinin ahkâm kısmını teşkil eder. Yüce Allah bunları bize elçisi Muhammed vasıtasıyla iletmiştir. Kur’an’da sevgili Peygamberimiz hakkında; “O, kendi keyif ve arzusuna dayanarak konuşmaz, sözleri kendisine Allah tarafından gönderilmiş vahiylerden başka bir şey değildir.”[6] buyuruyor ve Bakara süresinde Allah’ı sevenlerin, Hz. Muhammed’e tâbi olmaları kesinlikle emrediliyor.
Demek ki Resûlullah’a uymadan, onu rehber edinmeden Allah’ı gereğince tanımaya ve rızasına erme yollarını bulmaya imkân yoktur. Gerçekten de görüyoruz ki insanlar tarih boyunca gönderilen hak elçilerinin rehberliğini unuttukları; kendi dar görüşlerine göre dinî ve manevi hayatı düzenlemeye kalkıştıkları zamanlarda daima yanılgıya düşmüşlerdir. İlkel dinler, toteme, ağaca, taşa, aya, güneşe, yıldıza, puta tapınmak; çok tanrıcılık, Allah’a şerik koşmak, hep bu yüzden ortaya çıkmıştır. Hâlbuki engin rahmetine ve sonsuz affediciliğine rağmen, Allah’ın, asla bağışlayamayacağını Kur’an’da bildirdiği en büyük suç ve günah O’na şerik koşulması ve O’ndan başka şeylere tapılmasıdır.
O halde Allah’ın sonsuz değerdeki sevgisine ermek için en son elçisi Hz. Muhammed’i kendimize rehber edinmeli onu yakından tanımaya çalışmalı, talimatını ve sünnetini iyi öğrenmeli, tavsiyelerine uymalıyız.
Resûlullah’ı sevmek Allah’ı sevmenin gereği ve devamıdır. Onun için hadiste, “Ben bir kimseye kendisinden, ana-babasından ve bütün insanlardan daha çok sevimli olmadıkça o kimse gerçek mü’min olma derecesine yükselemez.”[7] diye buyurulmuştur.
Onu nasıl sevmeyelim ki yüce Allah Hz. Muhammed’i insanların ve peygamberlerin en seçkini kılmış, üstün ve emsalsiz vasıflarla süslemiştir. Meşhur filozof Volter, Prens Bismark, şair Goethe gibi birçok Batılı, Doğulu, eski, yeni araştırıcı ve düşünürler bile bu gerçeği kabul ve itiraf ediyorlar. Onu doğru tanıyıp da sevmemek temiz seciyesine, olağanüstü ahval ve ahlâkına hayran kalmamak mümkün değildir.
Geliniz bu sevgiyi içimize yerleştirmeye ve çevremize yaymaya çalışalım. Gönülleri bu aşk ile tutuşturarak hayırlara ve faziletlere yöneltelim. Milletimizi mutlu ve müreffeh, yurdumuzu el ele esen ve bayındır kılalım. Barış ve kardeşliğin manevi temeli budur.
Prof. Dr. M. Es’ad Coşan (Rha)’nın İdeal Yol-Başmakaleler-4 eserinden alınmıştır.
[1] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, s. 271.
[2] Mesnevi’nin dokuzuncu beytinin ikinci dizesidir. Beytin tamamı şu şekildedir: “Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun. ”
[3] Eşrefoğlu Rûmî Dîvânı, s. 374.
[4] Yûnus Emre Dîvânı, II, 96.
[5] Yûnus Emre Dîvânı, II, 356.
[6] 53/Necm, 3-4.
[7] Enes b. Mâlik radıyallâhu anh’den nakledilen hadis için bk. Buhârî, “Îmân”, 7; Müslim, “Îmân”, 70; Nesâî, “Îmân”, 19, hadis no: 5013-5014; İbni Mâce, “İftitâh”, 9, hadis no: 67; Ahmed b. Hanbel, III, 177, 275, 278, hadis no: 12837, 13939, 13991; Dârimî, “Rikâk”, 29, hadis no: 2741.