Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de… Herhangi bir şey hakkında çekişir (anlaşamaz)sanız, eğer gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu, Allah’a ve Resûlü’ne arz edin.(Kur’an ve Sünnet’le halledin.)
Nisâ Sûresi/ 59. Âyet
Peygamber Efendimiz(sav)’e iman edip, O’nu gören ve Müslüman olarak ölen kimselere sahâbe adı verilir.
Lügat itibariyle ashâb kelimesi, “arkadaş” manasına gelen sâhib kelimesinin çoğuludur. İslâm ıstılâhında Hz. Peygamber(sav)’in arkadaşları için, daha geniş kapsamıyla Resûlullah’ı gören müminler için kullanılmıştır. “Sahâbî” kelimesi ve çoğulu olan “sahâbe” terimleri de aynı manayı ifade eder.
Sahâbî sayılabilmek için az da olsa Resûlullah ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz. Peygamber(sav) döneminde yaşamış, O’na iman etmiş, hatta O’nunla haberleşip yazışmış ve O’na destek sağlamış kişiler, O’nunla birebir görüşmedikleri için ashâbtan sayılmazlar. Dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame bu sebepten ötürü ashap sayılmazken, iyiyi kötüden ayırdedebilecek olan temyîz yaşındaki çocuklar Peygamber Efendimiz’i gördükleri için ashâbtandır. Meselâ Hz. Peygamber(sav)’in iki torunu Hasan ile Hüseyin’in durumu böyledir.[1]
Hz. Peygamber(sav)’in arkadaşları ve yakın dostları olan Sahâbe-i Kirâm, O yüce Peygamber (sav)’in şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, O’nu kendilerine örnek alarak, O’nun istediği gibi Müslüman olmaya gayret göstermişlerdir. İslâm’ın güçlenip yayılması için canla başla çalışmışlar; bu yolda ölüm dahil olmak üzere hiçbir şeyden çekinmemişler; Allah(cc) ve O’nun Resûlünü çoluk-çocuklarından, mallarından ve canlarından daha çok sevmişler ve Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret ederek kanlarını akıtmaktan geri durmamışlardır. Böylece Ashâb-ı Kirâm’ın, Hz. Peygamber(sav) ile beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahâbe, Kur’an-ı Kerîm’in müteaddit yerlerinde bizzat Allah’u Teâlâ tarafından, hadisi şeriflerde de Peygamberimiz(sav) tarafından methedilmektedir:
“Siz (sahâbe) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız… “ [2]
“İslam’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.”[3]
Ehl-i Sünnet nazarında ashâbın büyük bir değeri vardır. Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde açıkça ve ya îmâ ile ashâbın faziletlerinden bahsedilmiştir. Hadis-i şeriflerde toplu olarak ya da fert fert ashâbın faziletlerine yer verilmiş olmakla birlikte, ilk ve mûteber hadis kaynaklarında bu hadisler, Fedâilü’s-Sahâbe(Sahâbenin Faziletleri) veya benzer başlıklar altında toplanmıştır. Bu hadislerinden birinde Peygamber Efendimiz(sav): “Nesillerin en hayırlısı, benim neslimdir.”[4] buyurmuştur.
Bir başka hadislerinde de şöyle buyurmuşlardır: “Ashâbım hakkında Allah’tan korkun, ashâbım hakkında Allah’tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse bana olan kini dolayısıyla böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş demektir.”[5]
Peygamber Efendimiz(sav)’in Allah Teâla’dan vahiy yoluyla alarak tebliğ ettiği ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha sonraki Müslüman nesillere ancak ashâba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından ashâb-ı kirâmın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır. Bu sebeple ashâbtan birinden bahsederken isminin arkasından “Radıyallâhü anh: Allah ondan razı olsun!” demek, bize düşen saygı görevinin gereğidir. İslâm dininin sıhhatli bir şekilde gelecek nesillere aktarılmasında temel unsurlardan birisi ashâb olduğu içindir ki, Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur’an ve Sünnet’in de övgüsüne nail olan ashâb-ı kirâm tamamıyla adalet ve itimat sahibidir.
Sahâbe-i Kirâm bir pervane gibi Peygamberimiz(sav)’in etrafında dolaşır ve O’ndan (sav) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşgalelerinden dolayı Hz. Peygamber(sav)’in yanına gelemeyenler, ertesi gün kaçırdıklarını başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi(sav) takip eder, bazıları da Efendimiz(sav)’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırlardı. Ashâb, Hz. Peygamber(sav)’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzakere ederlerdi.
İbn Mes’ud (ra) şöyle buyuruyor: “Biz Hz. Peygamber(sav)’den on âyet öğrendiğimizde bunlarla amel etmedikçe ikinci bir on âyeti öğrenmeye başlamazdık.”[6]
Resûlullah(sav) sahâbeyi ilim ve Kur’an-ı Kerîm öğretmek için başka ülkelere gönderirdi.Uhud savaşından sonra Udall ve Kâre kabilelerinden bazı kimseler Hz. Peygamber(sav)’e gelerek: “Memleketimizin halkı Müslüman olmuştur. Sahâbîlerinden bazılarını bize Kur’an’ı ve İslâm’ın hükümlerini öğretmek üzere gönderebilir misin?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber(sav) içlerinde Hamza b. Abdülmuttalib’in dostu Mersed b. Ebî Mersed’in de bulunduğu altı kişilik bir grubu birlikte gönderdi.[7]
Hz. Ali (ra) şöyle anlatıyor: Yemen’den bazı kimseler Hz. Peygamber(sav)’in yanına gelerek “Bize dinimizin hükümlerini ve sünneti öğretip aramızda Allah’ın kitabı Kur’an’la hükmedecek birisini gönderebilir misiniz?” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber(sav) bana dönerek “Ey Ali! Bunlarla Yemen’e git. Onlara dinin hükümlerini ve sünneti öğretir, aralarında Allah’ın kitabıyla hükmedersin!” buyurdular. Ben de “Ey Allah’ın Rasûlü! Yemenliler çok cahil ve düşüncesiz insanlardır. Bu gibi insanlar öyle şeyler yaparlar ki nasıl hüküm vereceğimi şaşırırım” dedim. O zaman Hz. Peygamber(sav) mübarek elleriyle göğsüme vurarak “Git ve şunu bil ki Allah Teâlâ kalbine hidayet koymak suretiyle sana yol gösterecek ve adaletle hükmetmen için diline kuvvet verecektir” buyurdular. Hz.Peygamber(sav)’in göğsüme vurarak bu sözleri söyledikleri günden bu yana vermiş olduğum hükümlerin hiç birisinde şüphe ve tereddüte düşmemişimdir.[8]
Başka bir rivayette de Hz. Peygamber(sav) Muaz b. Cebel ile Ebu Musa el-Eşarî’yi Yemen’e gönderdi ve kendilerine Yemenlilere Kur’an öğretmelerini emretti.[9]
Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber(sav)’in sağlığında Kur’an’ın bütününü yazmıştır. İnen her âyet bizzat Hz. Peygamber(sav) tarafından vahiy katiplerine okunur, onlar da yerlerine yazarlardı. Hz. Peygamber(sav), nâzil olan âyetlerin ashâbı tarafından ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashâbından ne kadar çok kimse ezberlemiş olursa olsun, hafıza daima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeble Hz. Peygamber(sav), vahyi ezberleyenlerin yanında, onu bir de yanlışsız olarak yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu katipler aracılığıyla yazdırmıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka’b, Zeyd b. Sâbit, Muâviye b. Ebî Süfyan, Muhammed b. Mesleme, Eban b. Sa’d, Hz. Peygamber(sav)’e vahiy katipliği yapan sahâbilerden bazılarıdır.
Kur’an-ı Kerîm âyetleri hazarda veya seferde, şehirde otururken, seyahat ya da savaş halindeyken, nerede inmişse derhal o anda yazılmıştır. Kur’an-ı Kerîm ilk önce eldeki mevcut malzemeye yazılmıştır. Ashâb-ı Kirâmın elinde bez varsa beze, deri varsa deriye, geniş bir hayvan kürek kemiği varsa düz olduğu için onun üstüne; böyle kâğıt diyebileceğimiz çeşitli malzemeler üzerine yazılmıştır.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber(sav) devrinde bizzat vahiy meleği Cebrail(as) ve Nebi (sav)’nin birbirlerine karşılıklı okumaları ve sahâbîlerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz. Peygamber(sav)’ in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Hz. Peygamber(sav)’in ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir.[10] Hz. Peygamber(sav)’in vefatından dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy, O’nun vefatıyla son buldu. Böylece Kur’an-ı Kerîm inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Hz. Peygamber(sav)’in vefatını takip eden sürede Yemâme savaşlarında yetmiş kadar kurrâ hafızın şehit düşmesi Müslümanları telâşa düşürmüştü. Hz. Ömer’de hafızların toplanması için halife Hz. Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam’ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur’an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi.[11] Kur’an’ı toplama komisyonu Hz. Muhammed(sav)’in vefatından 6 ay sonra kurulmuş ve şu prensipleri esas almıştı:
- Yalnızca ezberden hiçbir ayetin yazılmaması.
- Mutlaka ezbere de bilinmek şartıyla yazılı bir kanıtın elde bulunması.
- Bu belgenin Hz. Peygamber(sav) tarafından yazdırıldığına iki kişinin tanıklık etmesi.
Kur’an bu esaslarca toplandıktan sonra, halkın incelemesine sunulmuş, karşı çıkan da olmamıştı. Böylece el yazması kitap haline getirilen Kur’an’ı Kerim, Hz. Ebu Bekir’e verildi. Onun yanında bir müddet korunduktan sonra vefatıyla birlikte ikinci halife olan Hz.Ömer’e geçmiş, onun da vefatıyla kızı ve aynı zamanda Hz.Peygamber(sav)’in eşi olan Hz. Hafsa’da kalmıştı.
Hz. Ebû Bekir’in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur’an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes’ud’un (ö.32/652) “Habeşistan’da bir kitap gördüm, ona Mushaf adını vermişlerdi” demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur.[12] Mushaf, sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.
Eski Kur’an-ı Kerîm nüshaları kûfî dediğimiz köşeli yazı ile yazılmıştır. Bir de Hicaz kûfîsi veya mâkılî yazı ile yazılmıştır.
Peygamberimiz(sav)’in vefatından ve Hz. Ömer zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı sahâbîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni Müslüman olanlara İslâm’ı ve Hz. Peygamber(sav)’in sünnetini öğretmişlerdir. Böylece İslâm dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadasının dışına yayılması da ashâb’ın yaptığı hayırlı hizmetlerdendir. Gerek Medine’de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devleti’nin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahâbilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir.
Hz. Osman’ın halifeliği zamanında İslâm Devleti büyümüş, zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin Müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmış ve çeşitli yabancı dilleri konuşan insanlar Müslüman olmuştur. Bu koşullarda Kur’an’ı Kerim’in esas nüshasından kopya edilerek çoğaltılması ihtiyaç halindeydi. Azerbeycan seferi esnasında ordu içerisinde kıraat konusunda bir ihtilafın çıkması, ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman’ı endişelendirmiş ve Halife’den, Müslümanların emin bir şekilde okuyabilecekleri bir mushafın çoğaltılmasını istemişti.[13] Bunun üzerine Halife Hz. Osman, Resûlullah’ın diğer ashâbı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekir’in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur’an mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Hz. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti.
Kur’an’ın Ana Mushaf’ı Hz. Peygamber(sav)’in vefatından 6 ay sonra, Hz. Osman tarafından kopya edilerek, çoğaltılmasına da 12 yıl sonra başlanmıştı. Bunun için Hz.Osman, sahabîlerden yine hafız Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon kurdu. Hz. Ebû Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Hz. Ömer’in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimiz (sav)’in hanımı Hz. Hafsa’ya geçmişti. Hz. Peygamber(sav)’in eşi Hz.Hafsa’da bulunan Ana Mushaf alınarak komisyona verildi. Komisyon Ana Mushaf’ı esas alarak 5 kopya halinde çoğalttı. Bu el yazması nüshalar Mekke, Küfe, Basra ve Şam’a gönderilmiş, bir kopyası da Medine’de bırakılmıştı. Bugün dünyanın her yerindeki Kur’an nüshaları onlardan çoğaltılmış ve hepsi de birbirinin aynısı durumunda basılmıştı.Böylece Müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali’nin Hz. Osman için “Eğer Osman (r.a) Kur’an’ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği bilinmektedir.
Günümüze kadar gelen Kur’an nüshalarında da hiçbir değişiklik olmamış, Yüce Allah’ın koruması altında olduğundan, aslı gibi olma durumunu hep korumuştur. Bugün elimizdeki Kur’an’ın, Hz. Osman’dan kalan el yazması Kur’an’dan farkı sadece yazı karakteridir.[14] Çünkü Allah-u Teâla’nın vaadi vardır: “Kur’an’ı elbette Biz indirdik, kesinlikle onu yine Biz koruyacağız.”[15]
Hz. Peygamber(sav) zamanında Ensar’dan beş kişi Kur’an’ı ezberlemişti. Bunlar Muaz b. Cebel, Übâde b. Sâmit, Übeyy b. Kâ’b, Ebu Eyyûb ve Ebu’d-Derdâ idi. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Şam’da ordu kumandanı olan Yezid b. Ebî Süfyan ona bir mektup göndererek şunları söyledi: “Şam’ın nüfusu çok arttı; bütün şehirler insanlarla doldu. Bunlara Kur’an’ı ve dinî hükümleri öğretecek insanlara ihtiyaç vardır. Ey Mü’minlerin Emîri! Bana bu hususta yardımcı ol ve buraya Kur’an’ı ve dinin hükümlerini bilen kimseler gönder!” Bunun üzerine Hz. Ömer bu beş kişiyi çağırarak onlara “Şam’da bulunan Müslüman kardeşlerimiz, kendilerine Kur’an’ı ve dinin hükümlerini öğretmek üzere bazı kimseleri yardıma çağırıyorlar. Allah sizden razı olsun! Sizden üç kişi bu hususta bana yardımcı olsun. Eğer isterseniz aranızda kurâ çekiniz ya da içinizden gönüllü olarak üç kişi çıksın” buyurdu. Onlar da “Kurâ çekmeyeceğiz. Çünkü Ebu Eyyûb ihtiyar, Übeyy b. Ka’b’sa hastadır” dediler. Böylece Muaz b. Cebel, Übâde b. Sâmit ve Ebu’d-Derdâ, Şam’a doğru yola çıktılar. Hz. Ömer bu üç kişiye şunları söylemiştir: “İlk önce Humus’a gidiniz! İşe başladığınızda insanların öğrenme bakımından çeşit çeşit olduklarını göreceksiniz. Bazıları çok çabuk öğrenirler. Böyle birisini bulduğunuzda bildiklerinizi ona öğretiniz ve halkın bir kısmını ona gönderiniz. Böylece halkın Kur’an’ı ve dinin hükümlerini yeterince öğrendiklerine kanaat getirinceye kadar Humus’ta kalınız. Sonra da birinizi orada bırakıp diğer ikinizden biri Dımışk’a (Şam’a) biri de Filistin’e gitsin!” Bu üç sahabî Humus’a vardılar ve Hz. Ömer’in tavsiyesine uyarak tüm halkın öğrendiklerine kanaat getirinceye kadar orada kaldılar. Sonra Übâde’yi orada bırakarak Ebu’d-Derdâ Dımışk’a, Muaz da Filistin’e gitti. Muaz, Amevâs tâunu (kolerası) senesinde vefat etti. Daha sonra Ubâde de Filistin’e gitti ve orada vefat etti. Ebu’d-Derdâ ise vefatına kadar Şam’da kaldı.[16]
Sahâbenin iman etmesi sonrası Resûlullah’tan dini iyi öğrenme, yaşama, gelecek nesillere aktarma, Kur’an’a hizmet etme, O’nu koruma ve Müslüman olan herkese ulaştırma ve ilmi yayma çabası için tüm gayretleri gösterdiklerine hatta hicret edip geriye dönmediklerine, bulundukları yerlerde Kur’an’ın iyi öğrenilip anlaşılması için çaba sarfettiklerine şahit oluyoruz.
Allah(cc) onlardan razı olsun.
Fatma Tunç Yılmaz
[1] Mehmet Efendioğlu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi(DİA), C. 35, Türkiye Diyanet Vakfı, 2008, s. 491.
[2] Âl-i İmrân, 3/ 110.
[3] Tevbe, 9/100.
[4] Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî, 1; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 210-215.
[5] Ahmed b. Hanbel V, 57.
[6] Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe, Akçağ Yayınları: 3/451-452.
[7] Hâkim, III/222 (Âsım b. Ömer b. Katade’den). Hadiste bu iki kabilenin Yemen’de bulunan Cedile oğullarına mensup olduğu söylenilmektedir. Ancak doğrusu bu iki kabile Mudar kabilelerinden olan Hünoğullarına bağlıdırlar.(Akt. Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe, Akçağ Yayınları: 3/470).
[8] İbn Sa’d III/299 (Enes’ten).
Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe, Akçağ Yayınları: 3/470-471.
[9] Ebu Nuaym, Hilye I/256, Ebu Musa’dan rivayetle, (Akt. Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe, Akçağ Yayınları: 3/471-472).
[10] Buharî, Herrid-i Sarih, XI, 228.
[11] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761.
[12] Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’an, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124.
[13] Şamil Ansiklopedisi
[14] Elma’lı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Cilt 1, s.39.
[15] Hicr, 15/9.
[16] Buhari, et-Tarihu’s-Sağir s. 22(Akt. Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahâbe, Akçağ Yayınları: 3/472-473).