Kur’an-ı Kerim, insanlar için indirilmiş bir kitaptır. İnsan, Kur’an ile hayatın anlamını keşfeder, nasıl mutlu olacağını öğrenir, hayatı en doğru nasıl değerlendireceğini idrak eder. Yüce Yaratıcı, Allah cc, insanı başıboş bir varlık olarak yaratmamış, aksine insana belli bir misyon yüklemiştir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana (ibadet ve itaatle) kulluk etsinler diye yarattım.”[1] ayet-i kerimesi bu gerçeğin ilanıdır. İşte insan kulluk görevini nasıl ve neden yerine getireceğini Kur’an-ı Kerim’den –ve önceki kutsal kitapların asıllarından- öğrenir. Bir bakıma insanın kendini en güzel biçimde tanıması ve potansiyelini hakkıyla değerlendirmesi yani kendini gerçekleştirmesi için bir kullanım kılavuzudur Kur’an-ı Kerim. Bu gerçekliğe rağmen, insan Kur’an’dan yüz çevirip, kendi arzuları doğrultusunda yaşamakta ısrarcı olabiliyor. Bu durum için Yüce Rabbimiz Nisâ Sûresi 82. ayette şöyle buyuruyor: “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birçok çelişki bulurlardı.”
Ayet-i kerime, öncesi ile bağlantı kurulduğunda özelde münafıkları muhatap almaktadır. Yüce Allah, “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?” ifadesi ile Kur’an-ı Kerim üzerinde dikkatle düşünmek, onun hakkında ve manaları üzerinde tefekkür etmekten yüz çevirmeleri sebebiyle, münafıkları ayıplamaktadır. Aynı zamanda bütün insanları da Kur’an’ı düşünmeye davet etmektedir. Buradan yola çıkarak, Kur’an üzerinde hakkıyla düşünmeyen kimselerin, münafıklık alameti taşıdıkları; fıtratı bozulmamış bir insanın da Kur’an üzerinde tefekkür etmeye hevesli olması gerektiği sonucuna varabiliriz.
Ayet-i kerimenin mealinde “düşünmek” olarak çevirisi yapılan kelimenin aslı “tedebbür etmek”tir. Bir şey üzerinde tedebbür etmek, onun akibeti üzerinde tefekkür etmek, düşünmek demektir. Kur’an-ı Kerim, insanlara yapıp ettiklerinin sonucunu açık bir şekilde izah etmektedir. Tedebbür eden okuyucu bu vaad ve tehditlerin farkına varır, ona göre hayatını tanzim eder.
Ayet-i kerime, Kur’an’ın manasının bilinir ve anlaşılır olduğuna delalet etmektedir. Şayet insanın Kur’an’ın manasını anlaması mümkün olmasaydı; üzerinde düşünülmesi teklif edilmezdi. Bu teklif, okuma yazma bilmeyen birine, kitap okumayı teklif etmek gibi olurdu. Hâlbuki Yüce Allah, düşünme melekesi lütfederek diğer varlıklardan üstün kıldığı insana, Kur’an’ı düşünmeyi teklif etmektedir. Yani teklifin muhatabı olan insan, Kur’an üzerinde düşünme kabiliyetine sahiptir. Bunun için yapması gereken tek şey, tüm önyargılarından arınmak ve Kur’an’ı okuyup, samimiyetle/ihlasla idrak etmeye çalışmaktır.
Allah Teâlâ, ayet-i kerimenin ikinci kısmında, Kur’an’ın bizzat kendisi tarafından indirildiğini beyan etmek üzere bir delil sunmaktadır: “Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birçok çelişki bulurlardı.” Kur’an kadar geniş içerikli ve gayba dair haberler içeren bir kitap, eğer ilahi bir kaynaktan gelmemiş olsaydı, içerisinde birçok yanlış, tutarsızlık ve uyumsuzluk bulunurdu. Eğer onu bir insan yazmış olsaydı, bir kısmı çok edebi olurken diğer kısmı aynı güzelliği koruyamazdı. Oysa Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir çelişki bulunamaz, aksine hem mana hem lafız olarak tam bir bütünlük ve ahenk taşımasıyla, insanı hayran ve aciz bırakır. Kur’an’ın indirildiği dönemde müşrikler ve münafıklar, onda hiçbir çelişki bulamadığı gibi, günümüze kadar da -birçok müsteşrik, İslam’ı içten yıkmaya çalıştığı halde- hiç kimse böyle bir durum ortaya koyamamıştır.
İnsan, bu hayranlık ve acziyet duygusuyla, Kur’an üzerinde düşündüğü müddetçe, Kur’an da insana hidayet rehberi olacaktır. Kur’an üzerinde düşünmemekse ne acı bir haldir. “Onlar Kur’an(‘ın söyledikleri) üzerinde düşünmezler mi? Yoksa kalpler(inin) üzerinde kilitler mi var?”[2]