Modern tıbbın da kabul ettiği bir gerçektir ki vücut sağlığı ile ruh sağlığı birbiriyle çok yakından ilgili ve birbirine çok kuvvetle bağlı olup bence modern bir tabip, her ikisi ile de yakından ilgilenmek durumunda ve mecburiyetindedir. Vücut ve beden sağlığı tıbbın ruh sağlığı ise tasavvufun konusu! O halde iyi bir tabip, hem tıbbı, hem de tasavvufu, imanı, maneviyatı iyi bilmeli; hastasını her yönüyle iyi tanımalı, anlamalı ve ona maddeten de manen de faydalı olabilmeli!
Klasik İslâm tasavvufuna göre, insanın içinde “nefs” denilen bir manevi varlık vardır. “Hayvanî”, “nefsanî”, “hevaî”, “şehvanî” diye adlandırılan içgüdü, arzu ve istekler ondan çıkar gelir. Türkçe’de insanın kendi “beni”, “benliği”, Batı’da “ego” denilen bu iç varlık, bedeni ve hayatı korumak, nesli devam ettirmek için var kılınmıştır; varlığı, hiç şüphesiz, hikmetli, lüzumlu ve faydalıdır. O âdeta vücudun maddî menfaatlerini koruyan bir bekçi, hayati ihtiyaçlarını sağlamaya çalışan bir müdür gibidir.
Beden yorulunca dinlenmek, acıkıp susayınca yemek, içmek, doyunca rahat etmek, rahatlayınca eğlenmek, zevklenmek, erginleşince varlığını tenâsül yoluyla devam ettirmek… istiyor. Bu arzu ve istekler “nefs”tendir. Bunların hepsi, İslâm dinine göre, fıtratın gereği, tabii ihtiyaçlar ve normal duygulardır. Şu şartla ki ancak gerektiği kadar karşılansın ve de helal ve meşru yollardan sağlansın. Bu isteklerin meşru yollarla sağlanması İslâm’a göre sırasında mübah veya bazen farz ve hatta sevaptır.
Ama nefs aşırı şımartılır, arzu ve istekleri bol bol karşılanırsa haddi aşar ve azgınlaşır; kuvvetlenir, insanı günahlara, haramlara, yasaklara, gayr-i meşru ve gayr-i ahlâkî denilen fiillere zorla sürükler, büyük maddî ve manevi tehlikelere düşürür. Bu halde de nefsin arzularının frenlenmesi, nefsin zabt ü rabt altına sokulması şart ve mecburî olur.
Nefsin sayısız, sınırsız istek ve dileklerine “Hevâ-yı nefs” denilir ki insan, içinden kopup gelen bu “hafif meşrep” arzuları kontrol etmeli, süzmeli, lüzumsuz olanları engellemeli, lüzumlu olanları yeterli ölçüde vermelidir. Tamamen hevâ-yı nefse uymak hadîs-i şerîflerde şiddetle yasaklanmıştır. İyi bir Müslüman kendisine aklı rehber edinmeli, işlerini aklın ve mantığın ölçüleri içinde yürütmeli, kararlarını dinin ve şeriatın ahkâmına göre vermelidir, hevâ-yı nefsine göre değil!
Nefsin kuvvetli isteklerine “şehevât-ı nefsâniyye” adı verilir. Yeme arzusuna “şehvetü’l-batn”, tenâsül arzusuna “şehvetü’l-ferc” denilir. Bu kuvvetli arzular karşılanmaz ve baskı altında tutulursa çeşitli ters patlama ve arızalara, iç ve dış, rûhî ve bedenî hastalıklara yol açar. O yüzden insan gereği kadar yemeli, içmeli, uyumalı, evlenmeli, çoluk çocuk sahibi olmalıdır. Bu yüzden İslâm’da ruhbanlık, bekârlık, evlenmemek makbul sayılmamıştır.
Nefs tasavvufta, “riyâzet-i nefs” denilen; nefsi kırıcı, güç kaynaklarını kısıtlayıcı, arzularını kesici ve zayıflatıcı tedbir ve çalışmalarla kontrol altına alınır ve ıslah edilir. Oruç tutmak veya az yemek, az uyumak, az konuşmak, uzlete çekilmek, halvete girmek, zikrullahla meşgul olmak onu yumuşatır, terbiye eder, olgunlaştırır.
Nefs, ham ve çiğ halinde iken “nefs-i emmâre” adıyla anılır. Bu, “Emmâretün bi’s-sû’i”: “kötülükleri çok emredici” demektir ki nefs bu aşağı mertebede hep kötü işleri ve günahları isteyip, yapılmasını insana, içinden emir ve empoze ettiğinden bu sıfatı almıştır.
Nefs-i emmâre, ıslahı kâbil, eğitimi mümkün bir varlıktır, dinî ve tasavvufî talim ve terbiye ile değişir, gelişir, olgunlaşır, melekleşir.
Nefsin eğitimi esnasında, yani seyr-i sülûkunda geçtiği mertebe ve kademeler klasik olarak şöyle sıralanmıştır: Levvâme, mülheme, mutmeinne, râziye, marziye, sâfiye.
Nefs terbiyesi, tarih, kültür ve tasavvuf kitaplarında kalmış bir hatıra ve fantezi değil, bugünün insanı için de son derecede lüzumlu ve faydalı bir çalışmadır. Modern nesiller de nefsin ne olduğunu, gücünü, hilelerini, arzularını, tehlikelerini bilmeli, hevâ-yı nefsi yenmeyi, şehevât-ı nefsâniyelerini dizginlemeyi meşru yollarla sağlamayı öğrenmeli, rûhen ve bedenen sağlıklı, dengeli, kuvvetli, insan-ı kâmiller olmaya çalışmalıdır.
* Prof. Dr. M. Es’ad Coşan(Rha)’in 1991 tarihli Panzehir Dergisi Başmakalelerindendir.