…
Ne mutlu sizlere ki çok güzel, bakımlı, ferah, müreffeh ve zengin bir ülkede yaşıyorsunuz. Sosyal haklarınız sağlanmış, hava ve çevre kirliliği yok, genellikle bahçeli, sıcak ve soğuk sulu, yeteri derecede büyük evlerde oturuyorsunuz. Bazınız mülk ve iş sahibi olabilmiş. Hava temiz, çevre yeşil, toplum şen ve esen, gıda bol. Bazı ağaçlar ne güzel tepeden tırnağa çiçek açmış, mis gibi kokuyor, kuşlar ötüyor. Şehir içinde dere ve deniz kenarlarında geniş parklar, güzel havuzlar, latif piknik yerleri, kebap ocakları, merkezde eski-yeni muhteşem, muazzam süpermarketler ve daha kim bilir neler neler var.
Bunlardan serbestçe istifade ediyorsunuz. Ama şimdi size soruyorum. Bunların asıl sahibi kim, bu nimetleri size kim nasip etti. O’nu tanıyor ve biliyor musunuz? O’na teşekkür ediyor musunuz? Tabiata bunca güzellikleri kim verdi, yeri ve göğü böyle kim bezedi? Kâinatın bu hayranlık uyandıran heybetli nizam ve düzenini kim kurmuş ve kim işletiyor? Bu dağları, denizleri, hayvanları, bitkileri, çiçekleri, kuşları, meyveleri, imkânları kim yarattı?
Çevreye böylesine hâkimiyet kuran, onu severek koruyan bu insanoğlunu kim yarattı? İnsana, alet yapan, düzen kuran, sırları sezen, gizleri açan, bu düzeye getiren o eşsiz kabiliyet ve zekâyı kim verdi?
Bütün bu kâinat, bu güzellikler, yüce bir yaratıcının sonsuz kudretini, engin ilmini, muhteşem saltanatını, harika sanatını, sayısız hikmetlerini göstermiyor mu? Bunlara bakıp yüce Allah’ın varlığını duyup sormuyor musun, bu düzen düzenleyicisiz olur mu hiç?
Başın daraldığı, sıkışıp çaresiz kaldığın zaman O’na candan iltica ettiğinde, O’nun sana icabet ettiğini, dualarını kabul eylediğini, dileklerini verdiğini defalarca denememiş miydin?
Zalimlere bu dünyada dahi cezasını ve belasını verip sonunda onları ibret-i âlem ettiğini görmüyor musun? Allah’ın adaleti, mazlumun ahının acısını zalimden bir gün olup çıkarmıyor mu?
Dikkat edersen sen de bu gerçekleri göreceksin hatta açık açık göreceksin.
Bir Arap şairi diyor ki:
Ve fî külli şey’in lehû âyeh
Tedüllü ‘alâ ennehû Vâhid.(1)
Bir diğeri de şöyle söylemiş:
Tü’emmil sutûra’l-kâ’inâti fe’innehâ
Mine’l-mele’i’l-a’lâ ileyke resâ’il. (2)
Şu halde bu kâinat kitabını sen de dikkatle okumalı, anlamını güzelce kavramalısın ki imtihanı başarabilesin.
Temiz yürekli, saf imanlı ecdadımız doğa ile ne güzel haşır-neşir olmuşlar. Değil sadece insana hürmet ve izzet etmek, hayvanları ve çiçekleriyle tüm varlıkları, Allah’ın sanatının eseri olarak içtenlikle nasıl kucaklamışlar. Nitekim bizim büyük şair, yüce hâkim ve değerli mutasavvıfımız Yunus Emre, bir ilahisinde sarı çiçekle ne güzel konuşur. Dertli dolaba niçin inilediğini meraklı meraklı nasıl sorar? Cûşa gelerek nasıl;
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Deryalarda mâhî ile sahralarda âhû ile
Derviş olup “Yâ Hû” ile çağırayım Mevlâm seni.(3)
diye seslenir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevîsinin başında ahiret özlemini ney kamışına söylettirdikten sonra;
“Âteşest în bang-i nây ü nîst bâd
Her ki în âteş nedâred nîst bâd ”
diye nasıl bizlere hassas ve duygulu olmayı öğütlüyor! (4)
İşte gerçek iman böyledir, insana çevreyi ve eşyayı böyle temaşa ettirir. İnsanı böyle zarif, böyle edip, böyle sevdalı, sevgili, saygılı hâle getirir. Her şeyi böyle ibretle gözletir, hikmetle incelettirir. Sonunda insanı gerçek kul, has dost haline getirtir.
Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül yahut diken.
Ya hil’atü yahut kefen
Kahrın da hoş lütfun da hoş. (5)
Mevlâm görelim neyler
Neylerse güzel eyler. (6)
diyecek kadar rıza ve teslimiyet makamına çıkartır.
İslâm dininde düşünmenin, tefekkürün, ibretle bakmanın, hikmetleri bulma ve görmenin, ilmin, irfanın, aklın ve mantığın çok büyük yeri ve değeri vardır. Zaten Allah celle celâlüh tüm duygularımızı bize, bu güzellikleri görelim sezelim diye bahşetmiş, hele bu gönül dediğimiz iç âlemimizi onun için yaratmıştır.
Niyâzî-i Mısrî bu gerçeği dile getirerek der ki:
Bir göz ki O’nun olmaya ibret nazarında
Ol sahibinin düşmanıdır başı üzerinde. (7)
Bu sebeplerle sizler de çevremizdeki her şeyi dikkatle incelemeli, güzellikleri sezmeli, olaylardaki hikmetleri kavramalı, farkı fark eylemeli, mutlu ve gerçek aydın olmalı, doğru imanı bulmalı, ona uygun yaşamalı, sahip olduğumuz nimetlere şükretmeli, ömür boyu elinizden geldiğince iyi işler yapmalı, salih ameller işlemelisiniz.
Hocası, daha sonranın büyük arifi ve meşhur sûfîsi Cüneyd-i Bağdâdî’ye genç yaşta iken sormuş; “Şükür nedir sence, yâ Cüneyd?” diye. O da kısa bir süre düşünüp edep ve saygıyla, o zamana dek duyulmamış, orijinal bir cevap vermiş;
“Allah’ın nimetlerini yedikten sonra kalkıp da O’na isyan etmemektir.” demiştir.
Hocası bu cevabı çok beğenmiş ve bu derin manayı nereden bulduğunu sormuş. Cüneyd de;
“Sizin ilim meclislerinizden ve sohbetlerinizden aldığım feyz ve ilhamdan…” diye karşılık vererek ikinci bir edep ve zarafet örneği vermiş.
Evet, öyledir! Allah’ın çeşitli nimetlerini yer, içer, huzur ve mutluluk içinde yaşarken, O’ndan aldığımız güç ve kuvveti, O’na isyanda kullanmak insafa sığmaz, biz kullara hiç yakışmaz. Gerçek şükür ve minnettarlık lafla değil, sadece, “Yâ Rabbi çok şükür.” demekle değil, fiilen iyi işler yapmakla, güzel kulluk etmekle edâ edilmiş olur.
Müslümanın hayatında iki ana duygu olmalıdır. Biri şükür, diğeri sabır. Bunlar kuşun iki kanadı gibi insanı manevi yönden çok yücelere çekerler. Yani hayatın akışı içinde Allah’ın nimetlerine mazhar olanlar bunların Allah’ın ikramı olduğunu bilip şükretmeli, O’nun emirlerini tutmalı, haramlarından ve günahlardan sakınmalı, Rabbinin nimetlerine karşı nankörlük etmemeli, O’nun ihsanına, isyan ile karşılık vermemeli, kötü kul olmamalıdır.
Mesela siz de dünyanın diğer yerlerindeki nice yoksul ve zavallı insanın, acı ve açlık çektiğini, çekişme ve çatışmalar arasında ezildiğini, elem ve ızdırap içinde kıvrandığını; buna karşılık sizlerin, nice güzel imkânlara mazhar olduğunuzu görerek Allah’a şükretmelisiniz.
Nedir Allah’ın üzerimizdeki nimetleri?
Şunu çok iyi biliniz ki Allah’ın en büyük nimeti hidayet üzere olmaktır. Bundan daha büyük hiçbir nimet yoktur. Her ne kadar meşhur Sultan Kanûnî Süleyman Türkçe divânında;
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. (8)
diyerek sağlık üzerinde durmuşsa da gerçekte hidayet üzere olan bir hasta, din yönünden hiç şüphesiz, sağlıklı bir inançsızdan çok daha iyi ve kârlı durumda demektir.
Çünkü diğer tüm mutluluklar, maddî ve manevi hayırlar, dünya ve ahiret saadeti ancak hidayet ile elde edilebilir. Onun için kendimizin, ailemizin ve çocuklarımızın doğru yolda ve hidayet üzere olmasına lütfen çok büyük önem veriniz.
Diğer nimetlere gelince bunlar elbette sayılmakla bitmez tükenmez. Bu konuda Şeyh Sa’dî Gülistân’da çok güzel bir misal veriyor:
“Her bir nefes ki içe çekilir, hayatı bir an daha uzatır. Her bir soluk ki dışa verilir, içi ferahlatır. O halde bir nefes alış-verişte bile iki nimet vardır ve her bir nimete de şükür vaciptir.” diyor. (9)
Ayrıca “boş zaman” da güzel bir nimettir fakat insanlar kadrini kavrayamıyorlar.
“Gençlik” de çok büyük bir nimettir. Gençler de ilim öğrenmek ve iyi yetişmek konusunda gayretli olmalı, zevke, eğlenceye kayıp sorumsuz davranmamalıdırlar. Gençlikte yapılan ibadet ve iyiliklerin sevabı pek büyüktür. Kendine hâkim olabilen gençler Allah indinde bazı meleklerden daha çok sevgilidir, bir hadîs-i şerîfe göre.
İşte bunlar gibi her tür nimetin şükrü yapılmalıdır. Çünkü şükrün faydası ve sevabı çoktur. Allah şükredenleri sever ve mükâfatlandırır. Şükür edilince eldeki nimet artar, ziyadeleşir.
Diğer duygu olan sabra gelince; o da şükür gibi faydalı ve sevaplıdır. Allah celle celâlüh Kur’ân-ı Kerîm’de sabredenlerle beraber olduğunu müjdeliyor. Ancak sabredenlere, ecirleri hadsiz hesapsız bol olarak verilecektir. Onun için bir musibetle karşılaşınca bunun imtihan olduğunu anlamalı ve sabretmelisiniz. Feryat etmemeli ve isyana kapılmamalısınız!
Sabrın başlıca üç çeşidi vardır: İlki, başa gelen üzüntü, dert, bela ve musibetlere sabır ve tahammül etmektir. Diğeri iyi kulluğa, ibadet ve taatlere devamda sabır, sebat ve istikrar göstermektir. Üçüncü çeşidi ise haramları işlememek için nefse hâkim olmak, sabredip şeytana uymamaktır.
Sizler şükrün yanı sıra, sabırlarla da sevap kazanınız! İbadet ve taatlere sebat ve devam ederek, Allah’ın vefalı bir kulu olduğunuzu gösteriniz.
Hepimiz çevremizde yapılagelen günah ve haramlardan uzak durmalı, iradenize sahip olmalı, kötülüklere düşmemeye çalışmalı ve bu yolla da sevaba ermelisiniz.
Çünkü ne kadar hoş, ne kadar uzun olsa, yine de bu hayat fânidir. Şairin dediği gibi:
Döner, kıvrılır fakat
Daire olmaz bu hat. (10)
Bilmeliyiz ki buradan bir gün biz de mutlaka ayrılacağız. Çünkü dünyada bir misafir ve yolcu gibiyiz. Bir ağacın gölgesinde biraz dinlenip devam edecek olan kişiye benzeriz. Dünya bir köprüdür, geçip ahirete varacağız. Orada Rabbimizin huzuruna varıp bu dünyada yaptıklarımızın hesabını vereceğiz.
Bizim asıl ana yurdumuz ahiret, özlediğimiz makamımız cennettir. Orayı kazanmaya çalışmalı, yalnızca burayı değil asıl orayı imar etmeliyiz.
Her işimizi, hesap günü mahşer halkına mahcup düşmeyecek şekilde yapmalı, cehennemden şiddetle sakınmalı ve korunmalıyız.
Tüm insanlara iyilikler yaparak cennete girmeyi, Allah’ın lütfuyla hak etmeliyiz. Hayatımızı, Rabbimizin rıza ve hoşnutluğunu kazanacak, Peygamber Efendimiz’in komşuluğuna ve yüce sohbetine erecek şekilde düzenlemeliyiz.
Bu yüce gaye uğrundaki tüm olumlu çaba ve çalışmalarınızda sizlere üstün başarılar diler, en derin sevgi ve saygılarımı sunarım!
*Prof. Dr. M. Es’ad Coşan(Rha)’ın İdeal Yol Başmakaleleri’nden alınmıştır.
Dipnotlar
- Ebü’l-Atâhiye, Dîvânu Ebi’l-Atâhiye, s. 122.
- İbni Kayyim el-Cevziyye, Bedâiu’l-fevâid, IV, 971; Medâricü’s-sâlikîn, III, 356; Miftâhu dâri’s-saâde, II, 65, 191; et-Tibyân fî aksâmi’l-Kur’ân, s. 12.
- Bk. Yûnus Emre Dîvânı, IV, 240.
- Bu beyit Mesnevî’nin dokuzuncu beyiti olup anlamı şöyledir: “Ney’in şu sesi, gönlü yakan bir ayrılık, bir aşk ateşidir. Kimde bu ateş yoksa o, maddî varlığından kurtulsun, yok olsun.”
- İbrahim Tennûrî’ye ait olan bu şiir için bk. Ergun, Türk Şairleri, I, 124.
- Erzurumlu İbrahim Hakkı, Mârifetnâme, s. 385.
- Niyâzî-i Mısrî Dîvânı (haz. Kenan Erdoğan), Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s. 245.
- Muhibbî Dîvânı, s. 763.
- s. 3.
- Enis Behiç Koryürek, Mîrâs ve Güneşin Ölümü, s. 170.