Divan edebiyatının yanında büyük bir içtenlikle üretilen halk edebiyatı; bir yandan edebi bir mucize olarak indirilen Kur’an-ı Kerimin ’in, öte yandan onun sembolik niteliğinin, farklı katmanlardaki ifadesidir ancak ikisi de aynı kaynaktan “GÜZEL”i bulma ve onun “HÜSN”üne layık olabilme çabasından neşet etmiştir.
Divan şairine:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin
beytini söyleten ile halk şairine:
Aşkın âşıklar öldürür/Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur/Bana seni gerek seni
dedirten, aynı his ve inançtır. Her ikisi de kendi türleri içinde edebi zirvelere ulaşmışlar; birbirlerinin dostu ve tamamlayıcısı olmuşlar; aynı halkı, farklı zevklerde, aynı amaç için birleştirmişlerdir. Söz güzelliği, Osmanlıda sadece edebi eserler muvacehesinde ele alınamaz. Osmanlı halkı; edebi bir mucize, sözün en güzelinin bulunduğu Kur’an ve onun Sahibi’nin letafetine layık biçimde bir kelime “hazinesi” üretmiş, sanatlı söz söylemek gibi bir geleneği başlatmıştır. Sokaklardaki satıcılar bile o edep ve usul dairesinde ticaret yapmış, özellikle İstanbul halkının dilinde şiirsel bir ifadeye kavuşan Osmanlı Türkçesi, tarihin hiçbir devresinde ulaşamayacağı bir irtifaa erişmiştir. Bu durum Allah Resulünün şu hadisinden ilham almıştır:
“Kişinin güzelliği, dilindeki fesahatindedir.”
Her işini ibadet şevki ile yerine getiren Osmanlı halkı; bu gayret mertebesinde, birbirinden çok farklı alanlarda, birbirinden ihtişamlı eserler ortaya koydu. Mimarî, minyatür, çini, halı, kumaş, kitap, deri, cilt, tezhip, porselen, kehribar, mobilya vd. Osmanlı ahlakının mihenk taşı kabul edilen tasavvufî terbiyenin, bu sanatların icrasında da elbette mühim bir mevkii vardır; hatta bizzat sanatkârlar tekke ve dergâhlardan yetişmişlerdir. “İlâhi güzellik arayışı” temelinden beslenen tasavvuf düşüncesi ile Osmanlı döneminde birçok tekke, aynı zamanda usta- çırak yöntemiyle öğrenci yetiştiren sanat atölyeleriydi. Kitap sanatları, sadece Osmanlı sanatının değil bütün İslam sanatlarının menşei konumundadır. Müslümanlar; güzelliği, evvela güzel yazı sanatı ile keşfetmiştiler. Sanat eseri olarak ürettikleri ilk ürünler Mushaf-ı şeriflerdi. Önce kutsal metinleri olabilecek en güzel biçimde yazmaya giriştiler, hat sanatı zuhur etti. Hz. Ali buyurdu ki:
“Yazının güzelliği, elin dili ve düşüncenin zarafetidir.”
“Allah kelamını, tabir caizse gözle görülür kılan” sanat olan hat, İslam medeniyetindeki temsili yeri ile her alanda yaygınlaşmış ve itibarlı bir konuma yerleşmiştir. Hemen her malzeme üzerinde, hemen her mekânda görülen hat sanatı; Kelâm-ı Hakk’ı, iki kapak arasında mahfuz bir kutsal metin olmaktan çıkarmış, her yerde müşahede edilen, mahiyeti gibi cesametini de artırıp her göze hitap eden bir mevkie çıkarıp alenileştirmiş, levhalar halinde müjdeci ve uyarıcı mahiyetini hayatın her alanına dâhil ettirmiştir. O, adeta Allah Resulünün sünnetine uygun “açıktan” bir tebliğ ve irşat çalışması gibi iş görmüştür ki bu iş, estetik ile bütünleştirilerek metnin güzelliği ile mütenasip biçimde yerine getirilmiştir. Manasını bilmeyenlere dahi bu sayede “Gözlerinize ibadetten payını veriniz.” hadisinde ifadesini bulan “Mushaf’a bakma” ibadetinden bir pay ikram edilmiştir. İnsanları hakka ve iyiliğe davetin güzellikle-hikmetle yerine getirilmesi gereken bir vazife olduğu, hat sanatı marifetiyle en estetik lisanla anlatılmıştır.
Hattı gölgelemeyecek biçimde, adeta görülmeyecek küçük desenler ve silik siluetler halinde kullanılan tezhip, kul işinin Hak kelamını süslemek için kullanılsa da tevazuu elden bırakmamak demekle birlikte aslolanın sanat değil içerik-mahiyet olduğunu belirtmenin zarif bir yöntemidir. Onun ince bir işçilik, kemal-i sabır gerektiren mesaisi ise kulluk işinde gerekli en ehemmiyetli nitelikleri kazanmada bir yöntem, izleyenlere ise bir bildiri ifadesidir. İlk dönem tezhiplerinde özellikle tercih edilen mavi ve altın renkleri, semayı hatırlatarak adeta Rahman’ın rahmetine, sınırsız kudretine, kullukla gelen hürriyete bir vurgu yapmaktadır. Osmanlı halkını, cihan hâkimiyetine taşıyan merkezî hissiyatın bunlardan oluşması dikkat çekicidir.
Kitap sanatları arasında yer alan ebrunun Osmanlı sanatında ayrı bir yeri vardır. Gusül abdesti almadan teknesinin önüne geçmeyen sanatçıların, tekne başındaki mesaiyi, kulluğun bir nişanesi olarak kabul etmesi için dualarla tekne açtıkları, sanatında kendini “yaratan” görme vehminden Allah’a sığınıp kendilerini kul mertebesine oturttuktan sonra işe koyuldukları rivayet edilmektedir. Her defasında yeniden ve birbirinin benzeri olmayacak desenleri keşfeden sanatçı gibi, ebruya biraz da olsa vakıf olanlar, kâinatta fasılasız devam eden değişimi, her defasında üretilen ebrunun biricikliği gibi mahlûkatın da biricikliğini, geri alınmayacak zamanın ve ömrün kıymetini müşahede eder.
Osmanlı sanatı ile tasavvufi eğitimini en isabetli biçimde buluşturan sanat belki de “ateşte açan çiçekler” olarak tanımlanan çiniciliktir. Çini de tasavvuf gibi elindeki malzemeyi olgunlaştırıp kemale erdirerek neticede ilk halinden bambaşka güzellikte bir “şey” elde etme amacındadır. Çini de insan gibi topraktan üretilir, uzun bir yoğurma-terbiye işleminden sonra hamur olgunlaşır. Nihayet kıvama gelen hamura şekil verilip bir gün boyunca fırınlanır, ateşe-çileye maruz bırakılır. Bu kalitede olmayan toprak ateşe girince çatlar ve kıymetini kaybeder. Bezeme ve süsleme aşamasını en kaliteli çiniler hak eder. Sırlanıp yeniden fırına giren ateşle imtihan edilen çinilerden bu son hararete katlanabilenler başköşede yer tutma mevkiine yükselebilirler. Bu macera insanın hamlıkla başlayıp şairin:
“Aşk harmanında savruldum./ Hem elendim hem yuğruldum.
Kazana girdim, kavruldum./ Meydana yenmeğe geldim.”
şeklinde tarif ettiği yolculuğuna benzer.
Osmanlı sanatında suret barındıran tek sanat olan minyatürlerde dahi figürlerin yüzlerindeki ifadesizlik Osmanlı halkının dünyaya dair kayıtsızlığına bir işaret sayılabilir. Musiki ise ilahi sırların ifadesine en uygun araç olarak görülmüş, ney insana, yaylı tambur ve kemençe ise insan sesine en yakın seslere teşbih edilmiştir. Sazlıktaki bir kamışın ney hâline gelene kadar geçirdiği devreler, insanın olgunlaşmasını, yani “nefsi tezkiye ve nefsi tasfiye” basamaklarını ifade etmiştir.
Dünya ve ahiret hayatını birbiri ile bağlantılı olarak ele alan İslam inancı Osmanlıda “yaşayan” bir ölüler şehrinin kurulmasına vesile olmuştur. Hem kabirleri şehirleri ile iç içe kurmuşlar hem de mezarlarını donatarak ölümü dahi estetikle buluşturmuşlardır. Hem maziye hem atiye ihtiramı olan Osmanlılar, kabirleri düzenler ve yeşillendirirken ne geçmiş ne gelecek endişesi taşımayan güncel şehirlerin neredeyse yegâne yeşil alanları olarak günümüze de hizmet eriştirmişlerdir. Türbe kültürü, İslam inancında makbul bir yapılaşma sayılmasa bile Osmanlı, sokak aralarına serpiştirdiği türbelerle hem halkını edeplendirmenin bir çaresini bulmuş hem de insanlarına Hakk’a ve halka hizmetin kul nazarındaki kıymetini kısa yoldan anlatmıştır.
Sanatın yaygınlığı, bütün halk kitlesine erişmesi, müşterek fikir ve ideal, ruh ve gönül inşasını temin etmiştir. Osmanlı sanatı hattan, çiniye, mimariden musikiye kadar halkın tamamına sunulan zahmetsiz erişime sahip canlı bir sergi gibidir. İnsanlar sanatın ardına düşmez, sanatçı araya girmez, eserle muhatabı daima bir arada olurdu. Muhatap, sanatla özdeşleşir; aynı manzaraya bakanlar, benzer özellikleri oluşturmaya başlarlardı. Ortak mimari gibi, paylaşılan yaşamın her alanına nüfuz etmiş sanat ürünleri de aynı ruh dünyasını beslemektedir. Sanat; estetik duyarlılık kazanmanın yanında, farklı ve karşı görüşlere saygı, farklı kültürlere değer verme, sanat eserlerini koruma bilincinin kazanılmasını da temin etmektedir. Osmanlı devlet anlayışı da bu kültürden beslenerek sanatkârları ve eserlerini korumakla kalmamış, başka kültür ve inançlara eserleri ile birlikte hamilik etmiştir. Karşılaştığı her farklı değeri, İslam’ı özümsemesinin bir eseri olarak ya kendi değerleri ile işleyerek kendine mal etmiş, özgün eserler üretmiş ya da olduğu gibi muhafaza etmiştir. Budapeşte’yi bölen Tuna nehri sahilindeki Avrupa’nın neredeyse en büyük kiliseleri bunun ifadesidir. Kudretin ifadesinden ziyade bir ibadethaneye biçilebilecek en yüksek pâye olarak camiye dönüştürülen kiliseler, bu anlamda değerli birer göstergedir.
Sanat, bireyin yaşamında önemli olduğu gibi toplumların yaşamında da çok önemli olan insan duyarlılığını besleyen önemli bir kaynaktır. Unutulmamalıdır ki “Bilgisiz toplumlar cahil, ama duyarsız toplumlar barbar olurlar.”
Serpil Özcan
Kaynakça:
- Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Başmakaleler, 1-3, 2007
- Turan Koç, İslam Estetiği, İstanbul: İSAM, 2012
- Yrd. Doç. Dr. Bayram Akdogan, Sanat, Sanatçı, Sanat Eseri Ve Ahlak, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/756/9661.pdf
- Işık Tunger, Osmanlı’da Sanat,
- http://osmanlikulturunuyasatmadernegi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=175&Itemid=192
- Levent Merçin, Ali Osman Alakuş, Birey Ve Toplum İçin Sanat Eğitiminin Gerekliliği, D.Ü.Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi 9, 14-20, 2007