İnsanın düşüncesini, duyularını, inançlarını, duyum ve olaylardan edindiği deneyimlerinden esinlenerek meydana getirdiği, beceri ve muhayyilenin katkısıyla “kendisini”, estetik bir heyecan uyandıracak şekilde ifade etme yollarından biridir sanat, böyle tarif edilir eğer onu insanın “kendisini” ifadesi olarak tanımlarsanız. Aşağıda da görüleceği üzere Osmanlı sanatından söz edeceksek “sanat”, kişinin “kendisini” ifade etme biçimi olarak tanımlanamaz; çoğu zaman sanatkârın ismi dahi yücelttiği eserden geride kalır. Osmanlı sanatı için bir başka kavram üretilmesi gereklidir. Osmanlı geleneğinde “düşünerek ve zevk alarak yaşamak” bir sanat halini almıştır. Bu da İslam’ın “ihsan” üzere yaşamak prensibinden esinlenerek üretilmiştir. “İhsan”, “güzel olmak” manasına gelen hüsn kökünden türetilmiştir ve “başkasına iyilik etmek” ya da “yaptığı işi güzel yapmak” olarak anlaşılır. Öyle ise, sanatta güzel ve iyi, zevk verme ve faydalılık, işe yarar olma, bir arada bulunmalıdır. Bu durum Allah Resulü’nün hadisinde şöyle ifade edilir:
“İhsan, Allah’a onu görüyormuşçasına kulluk etmendir. Sen O’nu görmesen dahi O, seni görür.”
Çok geniş bir manayı ifade eden bu prensibin eseri olarak Osmanlılar, dilden, yazıya, musikiden mimariye hemen her şeye sanatkâr bir dokunuş ile temas ederek ortaya, mükâlemesinden muaşeretine, inşadan tezyine ihtişamlı bir medeniyet çıkardılar. Biz bu topyekûn faaliyete “Osmanlı sanatı” diyor ve bir milletin tamamına mâl ediyoruz. Bu sebeple Osmanlı sanatını anlamak tek tek, kalem kalem değil topluca ve bütün unsurları ile ele almayı gerektirmektedir. Zira her biri birbiriyle bağlantılı, birbirini etkileyen, yönlendiren biçimde üretilmiştir. O her medeniyet unsuru gibi, kendinden öncekilerin özelliklerini taşırken, kendisinden ilham aldığı İslam dininin rengini ve bütün özelliklerini mütevazı fakat görkemli biçimde taşımaktadır. O birden bire, Osmanlının her anlamda en güçlü olduğu dönemde ortaya çıkıvermiş değildir, onda sadece Osmanlı sınırları içinde yaşayan halkın da etkisi yoktur. Manevi dünyada gelişi güzel ortaya çıkan tesadüfi bir olay olmayıp bilinçli ve bir emele matuf bir olaydır. Müstakil bir sanatçının, kendi iç bunalımlarının, arayışlarının, kendini gerçekleştirme çabalarının da bir ürünü değildir. Osmanlı sanatçısı; hattatından nahilbentine, mimarına, nakkaşına kadar ortaya koyduğu ürünün yegâne sahibi olarak kendisini değil, o sanatçıya fikren, ruhen, kalben, bedenen emeği geçmiş herkesi kabul eder. Osmanlı sanatı, bireysel ve bencil bir sanat değildir. O, belki müşterek bir gönül ve fikir dünyasının tek bilek ve yürekten tezahür eden gerçekliğidir. O topyekûn bir İslam medeniyetinin asırlar süren yolculuğunun Orta Asya’dan başlayıp Anadolu topraklarına kadar devam eden büyük bir coğrafyanın izlerini, şiirinden musikisine, minyatüründen mimarisine katıp Osmanlı topraklarında neşet etmiş bir Anadolu harmanı, milli ve beşeri mirasın mücessem halidir.
Her sanat şubesi gibi o da içinde boy verdiği halkın özelliklerini yansıtmanın yanında kendisini ortaya koyan milletleri de dönüştürme görevini ifa etmiştir. Osmanlıda sanat, “Sanat, sanat içindir.” sıradanlığından uzak, “Hak için”“halkı yücelten” bir ideale hizmet etmiştir. Sanat, insan ruhunun en diri olduğu zamanlarda en canlı hale gelir çünkü sanat ve ruh birbirlerine nüfuz eder ve karşılıklı gelişir, geliştirirler.
Sanatla halkı buluşturan önemli mekânlardan biri olan camiler, pek çok unsuru ve etkiyi bir araya getirmektedir. O kutsal mekânlar; iman işi olan ibadetle, ihsandan mülhem güzelliği, bir mekânda toplamanın yanında orada bulunan ruhlara adeta nakşeder gibidir. Camiler; tezyini sanatların inceliğini, kalem işlerinin zarafetini, hattın şaşmaz ölçülerini, kündekari parçalarının bütünselliğini, taş oymacılığının sebatını, vitrayların renk ve kalıp çeşitliliğini, ilahi musikinin vecdini, mimarinin ihtişamını, heybetini, ölçülülüğünü, kuşatıcı ve teskin ediciliğini bir araya getirir. Oraya her giren; bu sanatların ilham ettiği her duygudan nasibince alır, terbiye olur, biraz inceliği, biraz nezaketi, sabrı, müsamahayı, ölçüyü, teslimiyeti önce göre göre, sonra dokuna dokuna, duya duya öğrenir. Camilere ne kadar girer, orada ne kadar zaman geçirilirse bütün bu variyetten o kadar nasip toplar. Zira mekân, insan eseri olmasına rağmen onunla iletişim halinde olan insanın inşa edicilerinden biridir. Osmanlı camilerinde, camilerin cemaati cem etmesi, aynı kıbleye yönelip tek yürek olunmasının yanında, camiler, bir milletin sanatkâr ruhlarının da inşasına vesiledir. Sergilenen değil yaşanılan sanatın merkezi camiler, güzel sanatların sadece ferdi inceltmeye, duygularını yüceltmeye yaramakla kalmadığının, cemiyetlerin de birlik ve bütünlük içinde gelişmesine ve milli bir zevk etrafında toplanmasına vesile oluşunun göstergesidir, Osmanlı halkı da kanıtıdır. Camilerden maddi ve manevi anlamda uzaklaşmak Osmanlının mirası üzerinde yaşayanları milli zevkten de uzaklaştırmıştır. İnce, zarif, vakur ve heybetli Osmanlı camileri; sadece cemaati değil hayatı çepeçevre kuşatır, sosyal müesseseler ile ördüğü civarı “külliye” vasfıyla hayatın her sahasına nüfuz ederdi.
Sanatkârlar, ait oldukları toplumun değerlerinden mülhem eserler vücuda getirirler; modern sanatı bunun dışında tutmak icap eder. O ilhamını karamsarlık, kaos ve bunalımlardan alır. Osmanlı sanatı; tabiatı ve varlıkları tabiatları üzere, oldukları gibi resm eden klasik batı sanatı gibi de değildir. Mana ile suretin mükemmel birlikteliğinin bir ürünüdür. İslam; din ve dünyayı bir bütün halinde telakki ettiğinden, “güzel kulluk” bilinci ilevücut bulan sanat da ulûhiyet boyutuyla birlikte hayatın her alanını, her mekânını, her durum ve unsurunu güzelleştirmeyi amaç edinmiştir.
Osmanlı sanatkârları, Rasulullah Efendimizin tavsiyesine uyarak eşyayı yaradılış gayesinin dışında kullanmamaya dikkat etmişlerdir. Dünyaca ünlü Osmanlı bahçelerinde, mutlak bir düzenden ziyade tıpkı mimaride görüldüğü gibi ortama ve var olana bir uyum görülür; bu uyumda da büyük bir saygının izleri teşhis edilir. Osmanlı bahçelerinde güller, laleler ve meyve ağaçları ile bezenmiş yerel bitkiler vardır. Havuzlar vardır ama batılı örneklerinde olduğu gibi berrak ve çağıldayan değil, içinde yaşayan canlıların güvenlik ve savunma güdülerini zayıflatmayacak biçimde durgun ve biraz da bulanıktır. Osmanlı bahçeleri; bahçe ve avluları ile suyu bol bir yerde kurulmuş, meyve ağaçları ve çiçeklerle dolu, çeşmelerle bezenmiş cennete benzetilerek tasarlanmışlardır. Osmanlıların gül kokusuna ve güle, dolaysıyla gülzârlara olan tutkusu, menşeini Peygamber terinin gül koktuğu bilgisine dayandırır. Osmanlı sanatı; güzelleştirmeyi bile güzelleştirilecek olanın tabiatına uygun biçimde yapmayı tercih eder, onun mahiyetine yabancı bir unsur eklemekten kaçınır, bozmaz ve yeniden inşa etmez, sadece biçim verir, estetik katar. Sanat eserlerini vücuda getirirken sergilenen bu ince tutum insanlara, engin bir müsamaha, farklılıklara rağmen birlikte yaşama becerisi, herkesi olduğu gibi kabul edebilme özellikleri kazandırmıştır. Yahut İslam’ın özünden alınan bu özellikleri Osmanlı insanı sanatında da göstermiştir.
Bu saygılı dokunuşların herkesi hayran bırakan örnekleri bugün hala “İstanbullu” kimliğinin oluşumunda etkisi inkâr edilemez olan Boğaziçi’nde yaşamaktadır. Osmanlı sivil mimarisinin büyük bir bölümünü teşkil eden Boğaziçi yalıları bir dantel gibi sahili çevrelerken onun nefasetine bir halel getirmemek için özenle inşa edilmiş, denizin yıpratıcı etkisine rağmen sırf bu kaygı ile genellikle ahşap malzemeden imal edilmişlerdir. Osmanlı halkı gibi sanatı da hayatın geçiciliğini idrak ettiğinden, sivil mimari eserlerinde, defalarca yanıp kül olması bahasına kendileri gibi fani bir malzeme olan ahşabı kullanmışlardır. Bu mütevazı anlayış; ne denli işlemeli, süslü ve şaşaalı olsa da tükenecek olan ömrün uçuculuğunu en çok paşa konaklarında kendini göstermekte, en çok da o debdebeli ahşap konaklarda hissettirmektedir. Bahçeli sakin evler, yüksek duvarlarla çevrili sokaklar, işlenmiş mermerlerden mamul çeşmeler, caddeleri çevreleyen çınar ağaçları, bahçelerdeki lale ve gül önderliğindeki çiçekler, her meydandan, her sokak arasından yükselen ezan musikisi, bir toplumun hep birlikte ama sessiz sedasız ve gösterişsiz biçimde yükselişinin birer parçasıydı.
Sanat eserleri; içinde yeşerdiği toplumun da medeni, fikri, ruhi seviyesinin ifadesidir. Yüksek eserleri anlayamayacak durumda olan halk, o mertebede ürünler verecek sanatkârları da yetiştiremez. Yüksek bir zevk ve ilgi seviyesine ulaşmış olan Osmanlı toplumunda, sanatın yaşamla iç içeliği, zevk sahibi halkın arasından o nispette sanatçılar çıkarmıştır. Bu sayede anlaşılamayan kederli-kaprisli sanatçılar topluluğundan ziyade halkının arasında onunla bütünleşmiş, anlaşılmazlığın gizemiyle değil berraklığın sarahati ile eser veren sanatçılar zuhur ediyordu. Sanatı girift ve içinden çıkılmaz, sözde bir üst tabaka zevksizliğinden, güzelliği her gönle nüfuz eden samimi ve deruni bir anlayışa kavuşturuyordu. Sanat; her seviyede ve biçimde, her kitle arasında kendine mahsus yeni özelliklerle yeniden üretiliyordu.
Serpil Özcan
Kaynakça:
Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Başmakaleler, 1-3, 2007
Turan Koç, İslam Estetiği, İstanbul: İSAM, 2012
Yrd. Doç. Dr. Bayram Akdogan, Sanat, Sanatçı, Sanat Eseri Ve Ahlak, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/756/9661.pdf
Işık Tunger, Osmanlı’da Sanat,
http://osmanlikulturunuyasatmadernegi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=175&Itemid=192
Levent Merçin, Ali Osman Alakuş, Birey Ve Toplum İçin Sanat Eğitiminin Gerekliliği, D.Ü.Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi 9, 14-20, 2007