Tüm gerçekliğiyle hayatımızda var olmaya devam eden pandemi ile tedbirler almak dışında tek başımıza savaşmamız mümkün değil. Ancak pandemiyi nasıl anlamlandırdığımız ve bu konudaki düşüncelerimiz, duygularımızı, ilişkilerimizi etkiliyor ve sonunda yaşamımızı şekillendiriyor. Salgını kabul edip tedbirlerle yaşamımıza devam edebilir ya da virüsü zihnimizde bir felaket senaryosuna dönüştürebiliriz.
Pandemi döneminde insanların ruh dünyasında olumlu, olumsuz birçok değişim, dönüşüm oldu ve olmaya devam ediyor. İç dünyamızda olan bu değişimler hem kendimizle hem de çevremizle olan ilişkilerimizi de etkiliyor. Bu değişime dönüşüme sebep olan şey ise olaylara verdiğimiz anlamlar… Olayların gerçekliği değil olaylara verdiğimiz anlamlar, düşünceler bizim duygularımızı belirler, duygularımız da ilişkilerimizi etkiler. Bu bağlamda bakacak olursak dünyada bir virüs var ve bu durumu ne kadar düşünürsek düşünelim değiştiremeyiz. Bu gerçekliği fark edip kabul edebilir ya da virüsü zihnimizde bir felaket senaryosuna dönüştürebiliriz.
Ruh dünyamız iki sistemin etkisi altındadır; sempatik ve parasempatik sistem. Sakin, dingin, huzurlu ve güvende olduğumuz andaki kalp atımımız, nefesimiz vücut organlarımız parasempatik sistemin etkisi altındadır. Fakat bir tehlike ve tehdit anında (hastalık, beklenmedik bir kayıp, savaş gibi durumlarda) alarm haline geçeriz. Kendimizi, çevremizi, canlılığımızı korumak için sempatik sistem aktif olur. Sempatik sistemin en temel özelliği savaş ya da kaç tepkileridir. Eğer savaşacak kadar gücüm varsa savaşırım ve rahatlarım. Ama olay büyükse, savaşacak bir gücüm yoksa geri çekilme reaksiyonu ile kaçarım ve yine rahatlarım.
Virüsle savaş mı, barış mı?
Korona günlerinde de ortaya çıkıp virüsle savaşacak bir durumum yok. Bu nedenle bazı tedbirler (hijyen, evden çıkmama vs.) alarak geri çekilirim ve hem kendimi hem çevremi koruyabilirim. Fakat bazen öyle durumlar olur ki; hem savaşacak gücüm yok hem de kaçacak yerim yok ise (virüs her yerden gelebilir, rüzgârla gelir, marketten gelir, yakınımdan gelir gibi) bir diğer tepki olarak don-kal tepkisi ortaya çıkar. İşte travma bu esnada oluşabilir. Bu bağlamda baktığımızda korona bazı insanlar için travma etkisi yaratabilir. Travma herkes için aynı şey değildir. Olayları algılama şekliniz, zihinsel hazırlığınız, kabullenişiniz sizin bunu travma olarak algılamanızı etkiler. Eğer kişinin konu ile ilgili olumsuz deneyimleri varsa daha önce bir hastalık ile mücadele etmiş ise ya da yakın çevresinde böyle bir mücadeleye şahit olduysa, buna bağlı olarak bir kayıp yaşadıysa ya da okumuş olduğu makaleler, izlemiş olduğu yayınlardan sürekli olarak olumsuz bilişsel şemaları oluşturacak bilgilere maruz kaldıysa ve bu bilgileri kendi filtresinden geçirmeden negatif bilgilerle zihnini doldurduysa, her şeyden korkan çekinen biri haline gelebilir. Bu da kişideki bu etkiyi travma haline getirebilir. Bir kısım insan bu şekilde sürekli yüksek anksiyete seviyesinde kalarak dışarıdaki olaylara etki edemediği halde hayatlarını yok edebilir.
Bir diğer grup ise belki yüksek riskli grupta (şeker hastası, kalp hastası) olsa bile dışarıdaki durumu değiştiremeyeceğini fark edip hayatına devam ediyor. Dışarı çıkıp bir 10 dakika yürümek ile mutlu olarak, her anın ne kadar kıymetli olduğunu fark ederek pozitif duygular ile olumlu bir iç görüye sahip oluyor. Böylece çevresindeki insanlara da destek olarak onların da sakinleşmesini sağlayarak hem kendisini hem çevresindekileri koruyabilir.
Düşüncelerimiz, ilişkilerimize de yön veriyor.
Kendisini güvende hissetmeyen, korunaksız gören insanlar ise kendilerini daha güvende hissettirecek fazlaca tedbirler almaya yönelerek güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Örneğin; marketlerden fazlaca alışveriş yaparak…
Bir grup insan da sürekli üretmeye, bir şeyler yapmaya yöneldi. Bu yönelimin gerçek sebepleri sorgulanmalı. Ben neden, ‘Ben ne istiyorum’ sorusuna sakin ve dingin olarak cevap bulamıyorum, evde yapacak bir şey bulamadığımda sürekli koşturmaya, sürekli temizlik yapmaya veya sürekli yemek yemeye yöneliyorum? Kişi bunu sorguladığında bunların arkasında yatan gerçek sebeplere (varoluşsal kaygılar mı, başkalarına görünme çabası mı, ölüm korkusu mu vb.) ulaştığında kendine dair çok zengin bir farkındalığa sahip olacaktır.
Bu süreçten eşlerimizle, çocuklarımızla, sosyal çevremizle olan ilişkilerimiz de etkilendi. Kişi hayatı boyunca yakınlaşmaya ve uzaklaşmaya ihtiyacı olan doğal bir döngü içinde yaşar. Fakat bazı insanlar yakın ilişki kurduğunda kendini yutulmuş, özgürlüğü elinden alınmış, hapsedilmiş, boğulmuş hissedebilir ve bu olumsuz duygular geldiğinde uzaklaşmak için öfke ve saldırganlık ortaya çıkabilir. Böylece sebepsiz kavgalar, tartışmalar yaşanabilir. Kişilerin hayat düzenleri değişip sabah 8:00 akşam 18.00 çalışıp ayrı bir vakit geçiriyorken bir anda hep birlikte aynı evin içinde olmak yakın ilişki kurmakta zorlanan insanlar için probleme dönüşebilir. Bu duyguları iç dünyalarına dönerek kendilerini yapılandırmak için sorgulayabilir ‘daha önceden huzurlu yaşadığım eşimle ya da çocuğumla neden şu an bu kadar çatışma içindeyim? ’ sorusuna cevap bulabilirlerse yine çok zengin bir farkındalık elde etmiş olacaklardır.
Toplumsal olarak cemaat tipi toplum özelliklerini hâlâ taşıyor olmamız; düşene yardım etmek, hasta olana destek olmak, uzakta da olsak arayıp sormak bu süreçte bize iyi gelen şeylerden. Problemli olan tarafı ise bir arada yaşama, hasta olduğunda bir yakınından bizzat bakım alma ihtiyacı, yalnız olunduğu duyguları olup bizleri zorlayabilir.
Pandemi, hayatın bir sonu olduğunu fark ettirdi.
Pandemi süreci bir taraftan hayatın koşturmacası içinde bir mola vermemizi sağlayan bir süreç oldu. Eksik kalan işlerin tamamlanması, koşturmacanın içerisinde yaralanmış ilişkilerin yeniden yapılandırılması, kendi iç dünyamıza dönüp bu koşturmacanın içinde nereye doğru gidiyorum sorgulamasının yapılması için bir fırsat oluşturdu bizlere. Pandemi öncesinde yaşamış olduğumuz sosyal hayatta bazen ilişkilerin çok yorucu olmasından şikayet ederken bu izolasyon süreci ile ilişkilerimizin ne kadar gerçekçi, ne kadar ihtiyaç, ne kadar fazla, ne kadar az olduğunu, kiminle nerede, ne zaman, nasıl ilişki kuracağımızı tekrardan değerlendirebileceğimiz bir süreç oldu.
Aynı zamanda hayatın bir sonu olabileceği gerçeği ile yüzleştik. Bu yüzleşme ne kadar tedirgin edici olursa olsun şu anda bulunduğumuz noktada kendim ve çevrem için hayrın neresindeyim, hayrın bir parçası olmak için neler yapabilirim sorularını değerlendirebileceğimiz, iç muhasebe yapabileceğimiz bir dinlenme, öz değerlendirme süreci sundu bizlere.
Bu süreci faydalı ve sağlıklı hale getirebilmek için; kendimize ve ilişkilerimize dair iç muhasebemizi yapmak, ölüm gerçeği ile yüzleşmek, onu kabul etmek yani daha üst bir pencereden bu gerçekliğe bakabilmek; ölüm kaygısı, anlamsızlık ve boşluk hissi ile varoluşsal kaygılarımızı yatıştırabilmek için ‘Sorumluluk bize aittir, geleceği bilmek mümkün değildir.’ gerçekliğinin farkındalığı ile bu bağlamda hayatı ve gerçekliği olduğu gibi kabul ederek hayatımızı anlamlandıracak içsel zenginliğimizi fark edecek ve koruyacak adımlar atabiliriz.
Uzm. Psk. Betül Çetin