Bilgi-eylem münasebetini daima önceleyen ve vurgulayan tasavvuf, insan davranışlarının formuna önemli derecede tesir etmektedir. Tasavvuf tesirini, kişinin hem yatay hem de dikey düzlemde kurduğu ilişkilerde sergilediği davranışlarına estetik katmasıyla da göstermektedir. Tasavvufun tesiriyle estetik bir hale bürünen davranışın dilimizde tekabül edebileceği tam karşılığı ise kanaatimizce “zarafet” kavramıdır.
Kişinin dikey boyutta kurduğu ilişki Yaratan iledir. Tasavvuf, insanın Yaratan ile olan münasebetini düzenler ve ona zarafet katar. Kişinin yatay boyutta kurduğu ilişki ise yaratılan iledir. Yaratılan ile ilişkiyi ikiye ayırmak mümkündür: insanlar ve diğer canlılar. Diğer canlılar ile kastettiğimiz sadece hayvanlar ve bitkiler değil, tüm kainat yani yeryüzünde var olan her şeydir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Her şey O’nu hamd ile tesbih eder” (İsra, 17/44) âyet-i kerimesi, yaratılan her şeyin esasında canlı olduğunu da ima etmektedir. Dolayısıyla tasavvuf, kişinin yatay düzlemdeki münasebetlerine yani insanlar ve diğer tüm canlılar ile kurduğu ilişkilerinde sergilediği davranışlara da zarafet katar. Sözünü ettiğimiz bu ilişkilerde oluşan zarafeti şöyle formüle edebiliriz:
Allah – İnsan İlişkisi: Kullukta zarafet
İnsan – İnsan İlişkisi: Toplumda zarafet
İnsan – Kâinat İlişkisi: Halifelikte Zarafet
Tasavvufî düşüncenin yansıttığı estetiğe, meydana getirdiği edebe göre insanın Allah ile olan ilişkisini düzenlemesini kullukta zarafet, diğer insanlarla kurduğu münasebetleri yine aynı eksende şekillendirmesini toplumda zarafet, diğer tüm canlılara yönelik davranışına biçim vermesini ise halifelikte zarafet olarak adlandırabiliriz. Bu son adlandırmayı, Kur’ân-ı Kerim’de birçok kez geçen (misal için bk. Bakara, 2/30) Allah’ın insanı yeryüzünde halife olarak yaratmasından ilham alarak yapmaktayız.
Yukarıda saydığımız ilişki türlerinde üst ilke esasen insan-Allah ilişkisidir. İnsanın Allah ile olan ilişkisi, diğer ilişki türlerine de yansımaktadır. Bizim Allah’a dair bilişimiz, farkındalığımız ister insan isterse de eşya olsun tüm yarattıklarına olan davranış biçimimize tesir eder. Kişi, Allah’a dair marifet elde ettiğinde, O’nu tanıyıp bildiğinde O’nun mahlûkatına, kullarına olan davranışları değişiklik gösterir. Allah ile ilişkisini gerektiği şekilde düzenlemiş biri, insanlarla ve diğer tüm canlılarla ilişkisini de düzeltebilir ve bu ilişkiye zarafet katabilir. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü” dediği şey de aslında budur. Allah’a marifetimiz ona sevgimizdir, onun sevgisinin neticeleri de tüm kâinata şefkat ve muhabbet nazarıyla bakmaktır. Allah’ı tanıdıkça, O’na tam kulluk etme ve yarattıklarına da merhamet ve muhabbetle zarif davranışlar sergileme gerçekleşir. Bu durum ise “ et-Ta‘zim liemrillah veş’şefka ‘ala halkillah” cümlesinde karşılığını bulur.
Peki yatay düzlemdeki ilişkilerimizi nasıl düzenleyeceğiz?
Burada rehberimiz her şeyde olduğu gibi Hz. Peygamber’dir. İnsanın diğer insanlar ile olan münasebetlerinden tutun üzerine giydiği kıyafete kadar insanın yatay düzlemdeki davranışlarında en güzel örnek (üsve-i hasene) Fahr-i kâinat Efendimiz’dir.
O, Allah Teâlâ’ya en yakın olan kişidir. Bu yakınlık, O’nun ahlakına benzemeyi de ihtiva eder. Tasavvufun ortaya koyduğu ahlak terbiyesinde Hz. Peygamber’e benzeme ve dolayısıyla Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma prensibi vardır. Allah’ın isim ve sıfatlarının üzerimizde yansımaları gerçekleştikçe kâmil insan olma yolunda mesafe kat edilmektedir.
Günümüzde insan ilişkilerini düşündüğümüzde yansımanın gerçekleşmesine her zaman muhtaç olduğumuz “es-Settâr” ismi akla gelmektedir. “Settâru’l-‘uyûb” (ayıpları setreyleyen) Allah’ın tecellisiyle kul, ayıpları örten, kusurları görmeyen bir davranış estetiğine, diğer bir ifadeyle bakışta zarafete sahip olur.
Bakışta Zarafet: Kusuru Görmemek
“Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahluk olur
Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-ı Yezdân andadır.”
Niyâzî-i Mısrî
Hakk’ın es-Settâr isminden nasibini alarak diğer insanların ayıbını örten kişi, kemale erme sürecinde önemli bir mesafe almış olmaktadır. Kusuru örtmek erdemi, tasavvufi ekollerde o kadar yaygınlaşmıştır ki sadece insanlara değil eşyaya dahi bu erdemle yaklaşılmıştır. Misal olarak mevlevihanelerde cemaatle kılınan sabah namazı sonrasında gerçekleştirilen ism-i Celâl zikri akabinde kahve içen dervişler, fincanları görevli dervişe telveli halini göstermeyecek şekilde elleriyle örterek verirlerdi. Böyle bir davranış, bir bakıma her durumda kusuru örtmeyi hayat felsefesi haline getirmenin tezahürüydü.
Kusuru örtmenin bir başka şekli de kusuru görmemektir. Kusur görmemeyi, bakışta zarafete sahip olmak biçiminde ifade etmek de mümkündür. Bakışında zarafet sahibi olan bir kişi, Allah Teâlâ’nın azametinin tecellilerini, hikmetinin nakışlarını, kudretinin akışlarını seyreden bir göze sahip olur. Manevi tekâmül sürecine girip olgunlaşanlar, ruhi incelik ve derinliğe sahip olanlar, aşkla imanı yaşayanlar artık her şeyde güzeli arayıp güzeli bulur ve görür hale gelirler. Böyle bir kimsenin bakışında her şey ilâhî azametin bir vitrini haline gelir. Böyle bir bakışa sahip olan kimse, kâinatta hiç kusur görebilir mi?
Bu noktada akla gelebilecek misallerden biri, tasavvuf eserlerinde sıklıkla geçen ve Hz. İsa örneğinde güzeli arayan bir göze sahip olmayı yani bakışa zarafet katmayı salık veren rivayettir. Hz. İsa, havarileriyle birlikte yürürken yol kenarında bir köpek ölüsüne rast gelir. Havarilerden bir kısmı “ne kadar da ağır kokuyor” diyerek burunlarını kapatır ve hızla uzaklaşmaya başlarlar. Hz. İsa ise “ne kadar da güzel ve parlak dişleri var” diyerek karşılık verir ve böylece kusur yerine güzeli arayıp görmeyi telkin eder.
Bakışında zarafet sahibi olan kimse söz gelimi yemekte kusur görmez, insanda kusur görmez. Hatta günahkârda dahi kusur görmez. Bilakis merhamette zirveleştiği için günahkârı adeta yaralı bir kuş gibi tedaviye muhtaç görür. Hoş görmeyeceği husus ise sadece günahtır, günahkâr değil.
Yine bakışında zarafet sahibi olan kimse, hatalı bir durum ortaya çıktığında kendisine yanlış görmeyi izafe eder. Sevgili Peygamberimizin hayatında buna sıklıkla rastlarız. Peygamber Efendimiz kendisine galat-ı rü’yet (yanlış görme) izafe ederek “Bana ne oluyor ki sizi böyle yaparken görüyorum!”, “Ben mi yanlış görüyorum” gibi zarif bir biçimde hata yapan muhatabını uyarıyor. Son derece zarif bir uyarı üslubu. Böyle yumuşak ve hikmetli ifadelerle ruhları adeta okşayarak ikazda bulunuyor; muhatabını kırıp incitebilecek söz ve davranışlardan uzak duruyor.
Sevgili Peygamberimizin hata yapan kişiyi ikazındaki bu zarif örnekliği, bize aynı zamanda “söz”de zarafet meselesini hatırlatmaktadır ki bu hususa dergimizin müteakip sayısında temas etmeyi uygun buluyoruz. Bu vesileyle yaklaşmakta olan Mevlid-i Şerif’in hepimize hayırlar getirmesini ve her haliyle zarafet âbidesi olan Hz. Peygamberimizin zarifliklerinden nasibdar olmayı Yüce Allah’tan niyaz ederim.
Dr. Ayşegül Mete