Kur’an: Allah (c.c) tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)’e Cebrâil (a.s) vâsıtası ile yâni vahiy ile gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvî en mukaddes ve en son Kitâb-ı Semâvîdir. Hükmü kıyâmete kadar bâkidir, değil bir kelimesi bir harfi dahi değiştirilemez. Zîra o, Allâh’ın korumasındadır.
Fıkıh usûlü âlimleri Kur’an-ı Kerîm’i târif ederken; Allah tarafından Hz. Muhammed’e gönderilen ve Hz. Muhammed’den bize tevâtüren naklonulagelen ilâhî Kitap’tır, ifâdesini kullanırlar.
Kaynakların beyânına göre, ilk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber kırk yaşlarında idi. (M. 610). Kur’an-ı Kerîm, Ramazan ayında (Bakara,2/185), mübârek bir gece (Duhan, 44/3) olan Kadir gecesinde (Kadir,97/1) indirilmiştir.
Peygamberlik müddeti içinde (M.610-632), Resûl Muhammed’e (a.s.v) Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla ilâhi vahiy muhsûlü olarak gelen Kur’an-ı Kerîm, çok kısa bir zamanda “tevhîd akîdesini” yayarak, insanlığı dalmış olduğu bataklıktan, kurtarmaya çalışmış ve onlara iki âlemin saadet yollarını göstermiştir. Çok kısa bir zamanda başarılmış ve meyvelerini vermiş olan böyle olağanüstü bir şeye târihte rastlanılmaz. Böyle bir inkılâbın muharrik unsuru olan Kur’an-ı Kerîm, Müslümanlar arasında kutsal bir kitap olmanın dışında, sâdece Arap edebiyâtının bir şâheseri olmakla kalmamış aynı zamanda Resûlullâh (s.a.v)’ın peygâmberlik ve risâletini teyit eden en büyük mûcize olmuştur. Üslûbu, insanlara tesiri, târihî meseleleri, hakîkatleri beyânı, te’lîfi, ihtivâ ettiği ilimler ve mâârif, ıslâh siyâseti, gaybî haberleri ve daha akla gelebilecek çok çeşitli yönlerde bir eşsizlik kazanmıştır.
Kur’an’ın bu eşsizliği kendine hastır ve diğer münzel kitaplarla farklılıklar gösterir. O, diğer inzâl olunan (indirilen) kitapların aksine, daha geniş bir yol ile gelmiş, kendini muhataplarına kabul ettirmek ve onları tatmin etmek için kolaylıklar bahşederek, kısım kısım nâzil olmuştur. Onun diğer semâvî kitaplarla dil, üslûb ve nakil yönlerinden farklılıklar gösterdiği her ilim sâhibinin mâlumudur. Yine herkesin bildiği bir husus, ilâhî bir vazîfe ile gönderilmiş olan peygamberlerin, kendilerini kavimlerine kabul ettirebilmek için hârikulâde şeyler göstermiş olmalarıdır. Sihrin revaçta olduğu bir devirde, kendisine verilen bir âsâ ile Hz. Mûsâ’nın sihirbazları mağlûb etmesi; tıp ilminin yüksek bir mertebeye ulaştığı bir zamanda, Hz. Îsâ’nın gösterdiği mûcizelerle, tabibleri hayrette bırakması gibi.
Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ ve diğer peygamberlerin mûcîzeleri o anda hazır bulunanlar tarafından müşâhede edilmişti. Diğer bir ifâdeyle, bunlar hissî mûcizelerdi. Sürekli değillerdi. Halbuki İslâm’ın zuhûru esnâsında Arap dili, üslûbu ve hitâbeti en yüksek dereceye ulaşmış, âdetâ altın çağını yaşamaktaydı. Belâgat ve fesâhatın en yüksek mertebeye ulaştığı bir devirde fesâhat ve belâgat üstadlarını dehşete düşürecek bir mûcize gerekli idi. Bu mûcize de bizzat Kur’an-ı Kerîm’in kendisi olmuştu. Hiç şüphe yok ki, Kur’an Arap şiir üstadlarını dehşete düşürmüş, zamânındaki ve gelecek zamanlardaki belâgat üstadlarının seslerini kesmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’in bu üstünlüğü parlak üslûbundan mıdır? Lâfızlarının inceliğinden midir? Yoksa mânâlarının çekici güzelliği, prensiplerinin büyüklüğü ve içerisindeki mes’elelerin lâtîf oluşundan mıdır? Kesin olarak hangisidir? Belki de hepsidir ve daha niceleridir. Bunu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da Arap dilini bilen herkesi hayran bırakması ve dehşete düşürmüş olmasıdır. (İsmâil Cerrahoğlu, Tefsir Târihi, c.1, s.10)
Allâh-u Zülcelâl ve’l-Kemâl Hazretleri, gönderdiği Habîb-i Edîbi ile ve indirdiği kitap ile kullarına lütufta bulunmuştur. Eğer biz bilebilirsek bu nîmetin kadrini en büyük nîmettir. Kullarına lütufta bulunmuştur. Biraz evvel de dediğimiz gibi, Kur’an’ın hükmü kıyâmete kadar bâkidir. O’nun değil bir kelimesini, bir harfini dahi değiştirmeye kimse muktedir olmamıştır, olamayacaktır. Kur’an da müstakil bir âyet-i kerîme vardır: “Onu (Kur’an’ı) biz indirdik biz; onun koruyucusu da biziz!” Hodri meydan, benzerini siz de getirin! Eğer o, Allah kelâmı değilse, öyle bir düşünceniz varsa, Öyle bir duygunuz varsa benzerini getirin!..
Hakikaten, benzerini yazmaya çalıştılar. Çünkü Araplar fesâhat ve belâgatta hayli ileriydiler. Belki bir medeniyetleri, teknik, teknoloji, ilim, irfan yoktu ama beliğ kimselerdi. Son derece güzel konuşan, edip kimselerdi. Yazmaya çalıştılar ama yazamadılar, muvaffak olamadılar.
Ona bâtıl yanaşamaz biliyorsunuz. Düsturlar açıktır kânunlar nizamlar açıktır. Yâni, yasaklar ve mübah olanlar, farzlar, vâcipler, sünnetler, mendup ve müstehaplar açıklanmıştır. Düşünebilenlerin ibret alma yolları açıktır Kur’an-ı Kerîm’de… Yukarıda verdiğimiz hadiste de buyrulduğu gibi: “Bir tek âyeti okuyup da üzerinde düşünmeyene veyl olsun!”
“Veyl nedir ey Allâh’ın Resûlü?” diye sorulduğu zaman; “Veyl cehennemde bir deredir” buyurmuşlardır. Allah (c.c) korusun cümlemizi…
O halde Kur’an-ı Kerîm’i okumak çok güzel ama okuduğunu anlamak daha güzel. Ondan da güzeli anladığını hayâtına geçirmek, yaşamak. Ondan sonra da emr-i bil ma’rûfu yapmak. Yâni dörtlü bir esas, dörtlü kapı olarak ele alınıyor. Dörtlü sistem olarak gitmektedir bu şekilde pek çok şey. Meselâ: Şeriat, tarikat, hakikat, mârifet…
Kur’an Şifâ Kaynağıdır
Kur’an şifâ kaynağıdır bildiğiniz gibi… Hangi âyetini okursanız okuyun şifâdır. O hasta gönüllere şifâdır, o bir nurdur. Onlar, o müşrikler her ne kadar Allâh’ın nûrunu söndürmek isteseler de Allâh’ın nûrunu söndüremeyeceklerdir. Zîra Allah (c.c) nûrunu tamamlayacaktır. Biz buna inanıyoruz. Ona sarılan asla şaşırmaz. Hadîs-i peygamberîler, sayısız âyetler vardır. “Ona sarılan doğru yola girer. Onunla amel eden de kurtuluşa erer” buyruluyor.
“Kur’an arştan arza uzatılan bir iptir, ona sarılınız!” Ona sarılmak ne demektir? Çocuğuna sarılır gibi, mindere, yastığa sarılır gibi öyle sarılmak demek değildir; hükmüyle amel ediniz demektir bu. O’na sarılmak bu demektir. Dikkatlice hükümlerini, emirlerini, yasaklarını tâkip etmek, anlamak ve uygulamak demektir. (s.a.v) Efendimizin yine vedâ hutbesine geliyoruz:
“Size iki şey bırakıyorum, birisi Allah kelâmı Kur’an-ı Kerîm, ikincisi ise sünnetim… Bu ikisine de sarıldığınız sürece, yâni hükümleriyle amel ettiğiniz sürece yanılmazsınız, şaşırmazsınız!” buyurmuşlardır.
Edille-i şer’iyye dörttür. Dört şer-i delil:
- Kitap: Kur’an, Allah kelâmı.
- 2. Sünnet: Efendimizin söz, fiil ve takrirlerine denir. Kur’an’ı bir bütün olarak yaşayan sâdece o vardı.
- 3. İcmâ: İslâm âlimlerinin hemfikir oldukları, icma ettikleri konular.
- Bir de kıyâs-ı fukahâ vardır ki, işte biraz evvel de dedik ya… Bizim anlayamadığımız içinden çıkamadığımız şeyler vardır. Bizim ilmimiz kifâyet etmediği için bir ömre sığmayacak, hafsalayı durduracak eserler vermişlerdir.
Bir âlim beş yüz eser vermiştir, bir insan ömrü almaz. Üç yüz eser vermiştir, üç yüz elli eser vermiştir. Zîra şöyle bir husus vardır, soruluyor: “Gün yirmi dört saattir, neresine sığdırıyorsunuz bu eserleri?” “Allah (c.c), zaman içinde zaman halk eder, yaratır” buyruluyor.
Şimdi insanlara zaman yetmiyor dikkat edilirse, bütün konuşmalardan anlaşılan o… Yirmi dört saat koşturuyor ama zaman yetmiyor; hele ilim için hiçten yetmiyor. Yine hadisle sâbittir. Bunlar mûcize hadislerdir, mûcize hadisler grubuna girmektedir. “Her şey için bir mâni, ilim için pek çok mâniler vardır.” Bunlar mûcize hadislerdir ve hükmü kıyâmete kadar bâkidir, böyledir. Âyet-i kerîmede buyruluyor ki:“Bizim yolumuza sülûk edenlere biz elbette yollarımızı kolaylaştırırız.” (Ankebut: 69) Demek ki, Allâh’ın yoluna baş koyanlara, can verenlere Allah yollarını kolaylaştıracaktır ve zaman içinde zaman da halk edecektir. Bu da görülmektedir.
Allah (cc) va’dinden dönmez, ama vaîdinden dönebilir. Yâni bu azab sözüdür, vaîdinden dönebilir. Yalnız bu, şu demektir. Bunu da yanlış anlamamak gerekmektedir. Allah (c.c) Hazretleri’nin ind-i ilâhiyyesindeki kitapta söz değişmez; ancak bize bildirilen kısımda değişebilir. Âyete baktığımızda görüyoruz: Verilen süre ne bir saniye ileri, ne bir sâniye geri kalmaz, bu değişmez. Peki, hadîs-i peygamberîye bakıyoruz: “Zekât vererek, sadaka vererek ömrünüzü artırınız, çoğaltınız!”
Ömürler artar buyruluyor. Sanki iki zıd bir arada imiş gibi zâhire baktığımız zaman. Oysa te’vilde birleşir, zıtlık yoktur.
Peki, bu ömür nasıl artmaktadır? Burada iki husus ele alınmaktadır. Hayır ameller yaparak, çok uzun yaşamış insanların, yüz yıl, beş yüz yıl, bin yıl yaşamış insanların hayır işlerine sâhib olur insan… Âyette buyrulduğu gibi koşuşturarak, Allah rızâsı için, fî sebîlillah yaparak…
İkinci bir esas daha vardır ki, Allah vaîdinden döner, bu da şu demektir. İndi ilâhiyesindeki sâbittir, o değişmez, ama kullara bildirilen vakit değişebilir. Burada değişme olabilir denmektedir.
Kur’an’ı devamlı okumak, edep ve şartlarına riâyet ederek üzerinde sürekli düşünmek, gizli ve açık düsturları muhafaza etmek, kalplerde (hâfızlar) ve sâhifelerde (yazılı olanlar) muhâfaza olunmasının, korunmasının nedenidir. Kalplerde nasıl muhâfaza olunur? Hâfızların hıfzı vardır.
Meselâ yine asr-ı saadete baktığımız zaman biliyorsunuz, Bi’ri Maûne hâdisesi vardır. Yetmiş küsur hâfız şehid edilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’in toplanmasına ve bugün elimizdeki mushaf şekline getirilmesine başlıca neden o idi. Hâfızların hemen hepsinin birden şehit edilmesi olayı vardı. Onların gönüllerinde veya baştan sona hepsini hıfz etmese de müslüman hâfızasında bâzı sûrelerin, bâzı âyetlerin bulunması, kalplerde gizlenen, muhafaza edilen korunanın manâsı bu.
Bir de yazılı olarak korunma, bu da nedir? İki kapak arasındaki Kur’an-ı Kerîm veya defterlerde, kitaplarda, muhtelif eserlerde Kur’an’ı anlatmaya çalışan eserlerde mestûr olan yazılı sayfalardır. Kur’an ve Kur’an’ı okuyanların fazîleti meselâ biraz evvel getirdiğimiz âyeti Kerîme vardı, Hicr sûresi 9. âyet-i kerîmede: “Kur’an’ı biz indirdik biz; onun koruyucusu da elbetteki biziz!”
Âyet-i Kerîmeye dikkat ettiğimiz zaman {İnna ene) buyrulmuyor. Ene de buyrulsaydı âyeti kerîmede, biz yine aynı mânâyı alacaktık. (İnnâ nahnü) “Biziz biz!” diye te’kidli gelmektedir. (Nezzelnâ) “Elbette biz inzâl ettik!” Ve yine te’kid geliyor: (Ve innâ lehû lehâfîzûn) Lâm te’kid içindir. “Elbette onun koruyucusu biziz!” O halde değiştirilemez, tahrif edilemez. Onun muhafazası Allah (c.c) Hazretleri’ne mahsustur, âittir.
Kur’an-ı Kerîm’i öğrenmek son derece önemlidir. Bir kıssa anlatalım: Bir zamanların çocukları dahi bir âlemmiş! Bugün de vardır, ben buna kesin inanıyorum. Erenlerden biri ırmak kenarında gezinirken bir hıçkırık geliyor kulağına. Bir çocuğun hıçkırığı, dikkat ediyor. Çocuğa doğru giderken hemen de hatırından şöyle bir şey geçiyor:” Acaba, anne babası mı darıldı, kızdı? Çocuk bir şeyini mi kaybetti veya ona bir kötülük mü dokundu?” Çocuğun yanına gidiyor durumu öğrenmek için varıyor, bakıyor hakikaten çocuk hıçkıra hıçkıra ağlamakta. Henüz bülûğa ermemiş, küçücük bir çocuk.“Evlâdım niye ağlıyorsun, seni üzen şey nedir? Üzülme ağlama!” Çocuk şu cevabı veriyor: “Efendim, bu sabah Kur’an-ı Kerîm’i okurken (Çocuk sabah namazını kılıyor, Kur’an okuyor) meâlen; “Ey îman edenler, kendinizi ve aile fertlerinizi cehennem ateşinden koruyunuz. Çünkü cehennemin yakıtı insanlarla, onların taptıkları taşlardır” âyetine gelince çok korktum, ağlamaya başladım. Gördüğünüz gibi kendimi tutamıyorum, hâlâ ağlıyorum.”
Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor. O zât o kadar hayret ediyor ki, küçücük bir çocuk ve bu âyetten böylesine bir etki meydana geldi. Hemen başlıyor teselliye: “Evlâdım diyor, üzülme ağlama, sen mes’ul değilsin, sen sabisin, sen yanmayacaksın! Daha bülûğa bile ermedin; senin ne vebâlin olabilir ki?” gibi sözlerle çocuğu teselli etmeye çalışırken, çocuktaki irfâna bakınız! (Olgunluk, irfan yaşın ileri olmasıyla değildir biliyorsunuz.) O zâtı ikaz ediyor çocuk: “Siz âlim bir zâta benziyorsunuz. Dikkat ediniz, bir yemek yapmak için dahi ateş yakılacağı zaman, evvelâ küçük odunları tutuştururlar. Nasıl ben emin olabilirim ki, cehennem ateşini benim gibi küçüklerden tutuşturmayacaklar?”
O zât, bu ârifane cevap karşısına daha da taaccübe kapılıyor, öyle mahzun oluyor ki, o da kendini tutamıyor istiğfar ediyor, ağlıyor.
Bizim böyle evlâtlar yetiştirmemiz gerekmektedir. İslâm şuuruna sahip, İslâm’ın gerektirdiği, Allah’ın emirlerini, Resûlünün gösterdiği doğrultuda anlamak, yaşamak, ashabın, kavî Müslümanların yaşadığı şekilde yaşamaya çalışmak bizim borcumuzdur.
Bugün okullarda din dersi vardır ama yeterli değildir. Eğitimcilerimizin ifadesi bu merkezdedir. Okullarda verilen din dersi ile çocuklar iktifa ederse, dîni mübînden hiç bir şey öğrenemezler. O halde okul öncesi dîni eğitim ve okul süresince ilkokul, ortaokul, lise, üniversite ve bütün hayatı boyunca tâlim etmek durumundadır. Ben öğrendim, ben biliyorum, bana kâfi demek yanlış olur. İlim mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alacaktır.
Bir zamanlar ilim veren âlime de dikkat edilirmiş. Bugün öyle bir duruma geldik ki, eğer ilim veren kişi ehil ise, onun kimliğine ve kişiliğine dahi bakılmaksızın o ilmi ondan almak durumundayız. Nereden icap ediyor? Bunu nasıl söyleyebiliyorsunuz?
Bugün dünyanın dört bir yanına gidiyoruz ilim tahsil etmek için ve İslâm buna mâni değil. İslâm tekâmüle mâni değildir. İslâm’ın tekâmül anlayışı vardır ama bu garbın anladığı manada tekâmül anlayışı değildir. Buna dikkat etmemiz gerekiyor. Veren kişinin kişiliğine bakmıyoruz. Gayri müslim midir, müşrik midir, şöyle midir, böyle midir demiyoruz, alıyoruz. Bu ilmi almak zorundayız, keza tekniği-teknolojiyi almak durumundayız, almamız lâzım.
“İlim Çin’de de olsa alınız.” Burada sözü edilen ilim Çin’de, yâni, ne kadar uzakta olursa olsun alınız öğreniniz. Buradaki Çin’den murad; tasavvuf ilmini verecek olan mürşid-i kâmil ne kadar uzakta olursa olsun gidin alın öğrenin, denmektedir. Te’villeri farklı gelmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’i okuyoruz veya okutuyoruz, çocuklarımıza öğretiyoruz ama hayat şartları şimdi öyle deniyor ya; hayat şartları, mâişet temini engel oluyor. Ah çok şey yapacağım ama, yıkılası hânede evlâd-ı iyâl var!.. Bunlar hep bahânedir, bahaneden öteye gitmez. Kur’an-ı Kerîm’i okumuştur ama bilâhare unutmuştur, unutmaya yüz tutmuştur.