Büşra Ar Şişman – Psikolojik Danışman-
Aidiyet, insanın kendini başka bir insana, gruba, topluma ait hissedebilmesi ve güvende olduğunu, kabul edildiğini ve onaylandığını bilmesi durumudur.
Aidiyet; anne karnında başlayan, doğumdan sonra annenin güvenli kucağı ile pekişen, insanın hayatta kalabilmesi için gereksinim duyduğu temel bir ihtiyaçtır.
İnsan yapısı gereği sosyal bir varlıktır, tek başına var olamaz, hayata tutunamaz. Kitaplara ve filmlere konu olduğu gibi hasbelkader, doğada hayatta kalmayı başarsa da iletişim ve düşünme becerileri hiçbir zaman bir toplum içinde yetişen insan seviyesine ulaşamaz. Buna, bazı deneyler ve araştırmalar gerekçe gösterilerek kendileriyle hiçbir iletişim kurulmayan bebekleri de örnek verebiliriz. Geçmişte yaşanan ve bugün araştırmalara dayanak olan bu deneylerde sadece beslenen fakat hiçbir şekilde iletişim ve ilgi görmeyen bebekler, bir süre sonra maalesef hayata tutunamamışlardır.
Aidiyet duygusunun oluşabilmesi bir aile ile mümkündür ama bu ailede en önemli rol anneye aittir. Bebekle anne arasında fizyolojik bir bağ olan kordon aslında bebeği beslemekten çok daha fazla öneme sahiptir. Bebek kendini anneye ait, ondan bir parça gibi hisseder. Doğumla birlikte bu kordon yerini emme yoluyla bağ kurmaya bırakır. Anne bebek ilişkisindeki bu duygusal bağ, annenin ya da annelik rolünü üstlenen bir bakım verenin bebeği düzenli bir şekilde beslemesi, uyutması; acıktığında, altını kirlettiğinde veya canı yandığında teskin etmesi, yatıştırması bebekte zamanla “Dünya güvenli bir yer ve ben burada seviliyorum.” çekirdek inancının oluşmasına imkan verir.
Yine tutarlı bir şekilde diğer aile üyelerinin kendine ve birbirlerine karşı sevgi ve saygı içeren tutumlarına şahit olması çocukta bu duyguyu iyice perçinler. Aile ortamında hakim olan sağlıklı iletişim ile beslenen huzur ortamı, çocukta zamanla “Ben bu bütünün değerli bir parçasıyım.” inancına dönüşerek ilerleyen yıllarda öz sevgi, öz saygı ve öz güven olarak karşımıza çıkacaktır.
Sadece çekirdek ailede değil geniş ailede de bağların güçlü olması; dede, nine, amca, dayı, teyze, hala gibi ikinci halkada da sağlıklı iletişimin varlığı çocuğun aidiyet duygusunu daha da güçlendirir.
Bu halkalar, ne kadar genişliyor ve art arda birbirini kuşatıyorsa aidiyet hissi de o kadar derin ve güçlü olur.
İnsan bağ kurabildiği oranda gelişir ve kendi özündeki potansiyeli ortaya çıkarmaya yatkınlaşır. Tıpkı beynimizdeki nöronların birbiriyle bağ kurarak bilgiyi işlemesi, dönüştürmesi ve kullanılabilir hâle getirmesi gibi, insan da diğer insanlarla ve toplumla bağ kurdukça zenginleşir. Kendinin farklı yanlarını keşfetme olanağı bulur. İnsanlarla ilişkiyi, iletişimi kesmek, kendine dönmek, kendiyle baş başa kalmak, zaman zaman her insanın ruhsal bir ihtiyacı olsa da bu bir yaşam tarzı olarak görülmemelidir. Nasıl ki bağ kurmayan nöronlar zamanla küçülüp kaybolmakta ise toplumdan kendini soyutlayan insan da zamanla kendi kısır döngüsüne hapsolma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. İnsan, yaşadığı toplumla bağlı olduğu ama bağımlı olmadığı bir ilişkiyi esas almalıdır. Kendiyle kaldığı anlara alan açmakla birlikte, bir yanıyla toplumla bağlantıda kalmaya da devam etmelidir. Hz. Mevlana’nın pergel metaforu gibi, merkezde kendisi olarak kalabilmeli ama diğer ayağı ile bağlantıda kalmaya devam etmelidir.
Buraya kadar aidiyet duygusunun nasıl oluştuğundan ve güçlendiğinden bahsettik. Peki ne olursa bu duygu zarar görür ve gelişemez?
Tıpkı bu duyguyu doğuran ve besleyenin anne ile ilişki olması gibi, bu duyguyu sakat bırakan da anne ile kurulamayan bağdır. Anne ya da anne yerine ikame olan bir bakım veren tarafından sevgi ve ilgiyle beslenmeyen çocukta oluşan temel çekirdek inanç, “Bu dünya güvenli bir yer değil, ben de burada sevilmiyorum, o zaman hiç kimseye güvenmemeliyim.” şeklinde oluşacaktır. Tabii ki bu inanç hemencecik bir ihmal ya da eksiklikle oluşmaz. Tıpkı sevgide ve ilgide tutarlılık gibi sevgisizlik ve ilgisizlikte de tutarlılık varsa yavaş yavaş kök salar, bir çekirdeğin filizlenmesi gibi filizlenir ve hayatın her köşesine yerleşmeye başlar.
Peki, bu olumsuz inanç bir kere oluşursa bunun hayat boyu telafisi yok mudur?
Tam tersi, sağlıklı kurulan her bir bağ, bu olumsuz inancın değişmesi için bir fırsattır. Ailede sevilmemiş ve ait hissedememiş bir çocuk, bir öğretmen tarafından kuşatıcı bir sevgiyle sarmalandığında dünyayı güvenli bir yer olarak algılamaya başlayabilir.
Yine iyi bir yol arkadaşı, iyi bir eş, iyi bir ekip, insanlığa hizmet için çalışan gruplar, bu aidiyet duygusu için bir fırsata dönüşebilir.
Yeter ki insan, bu olumsuz inancın arkasına saklanarak fırsatlara arkasını dönmesin.
Yine anneyle kuramadığı bağ kadar çocuğa yönelik, aile ortamındaki yaklaşımlar da aidiyet duygusuna zarar verebilir. Mükemmeliyetçi bir ebeveyn tarafından sürekli eleştirilmek, sorumsuz bir ebeveyn tarafından sürekli ihmale, istismara uğramak, fiziksel ya da psikolojik şiddete maruz kalmak gibi durumlarda da çocuklar aidiyet geliştiremezler.
Bunun yanı sıra ailenin diğer akrabalardan ya da toplumdan kopuk olması, iletişimin yetersiz kalması, çocuğun da toplumdan kopuk hissetmesine yol açabilir.
Erken yaşlarda yuvaya ya da bir başka aile büyüğüne verilmek de aynı şekilde aidiyeti baltalar.
Ama ne olursa olsun destekleyici, onaylayıcı, hoşgörü ve sevginin hakim olduğu yeni bağlantılar bu bireylerin de yara almış aidiyet duygularını onarabilir.
Bunun yetmediği durumlarda ise psikolojik destek almak etkili bir seçenektir.
Sağlıklı gelişen aidiyet duygusunun yansımasını hayatın birçok alanında gözlemlemek mümkündür. Aidiyet duygusuna sahip bireylerin en önemli özelliği, kabul edilmiş ve onaylanmış hissettikleri için yaşadıkları içsel huzur ve rahatlık hâlidir. Kendini güvende hisseden bireyler; içsel enerjilerini anı yaşamaya, yaptıkları işe odaklanmaya ve üretmeye kullanırlar.
Kendini ait hissedemeyen bireyler ise içlerinde sürekli tehlike alarmları çaldığı için enerjilerini bu kaygılı iç sesi teskin etmeye harcarlar, hem bunda başarılı olamazlar hem de yaptıkları işe odaklanmakta, üretmekte zorlanırlar. Bu durum da akademik hayatta ve iş hayatında her iki grubun arasında ciddi bir fark olarak karşımıza çıkabilir.
Yine aidiyet duygusu gelişmiş bireyler, yeni bağlar kurmaya daha istekli olurlar bu da onları sosyal ilişkilerinde başarılı kılar. Zorlayıcı hayat olaylarıyla karşılaştıklarında destek istemeye ve almaya daha hazırdırlar.
Ait hissedemeyen bireyler ise hem zorlayıcı olaylar karşısında daha kolay dağılır hem de destek istemekten de reddedilme korkuları olduğu için geri durabilirler.
Aslında bağ kurmanın nihai hedefi, özümüzdeki ilahi nur ile bağlantıya geçebilmektir. Anne karnında başlayan bu yolculuğun zirvesi bizi yaratan ilahi güç ile temasta olabilme hâlidir. Kişinin kendini bilmesi, kendine varması ancak bu nihai başarı ile anlamlı olur. Aidiyet bu noktada bize hizmet eden, yol gösteren bir fener gibidir. Annesiyle, ailesiyle , eşiyle, çoluk çocuğuyla, yaşadığı köyü, kasabası, ülkesiyle bağ kurabilen insana bu nihai hedef daha tanıdık gelecektir. Yani bağlanmayı bir kere deneyimleyen insan, rabbiyle de daha derin bir bağ kurma şansı yakalar.
Velhasıl bireyselleşmenin ve yalnızlaşmanın aksine, insana iyi gelen yine insandır. İnsan insanın kurdu değil, yurdudur, insan bir başka nazarda kendini bilir, kendini bilen insanın ise rabbini bilmesi de mümkündür.