Prof. Dr. M. Yücel Ağargün-
İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden birisi farkında olma bilincidir. Ama bu bilince sahip birey sayısı oldukça azdır. Aslında farkında olma insana yaratılıştan verilen bir sorumluluktur, kulluk bilinci fıtratta vardır. Kur’an-ı Kerim’de insan düşünmeye, tefekkür etmeye, sorgulamaya ve böylece hakikati görmeye teşvik edilmektedir. Hadis-i şeriflerde de ölüm ve hayat anlayışımız üzerine çok sayıda vurgu vardır.
Günümüzde sosyal medya ve yapay zekâ gibi uygulamalar insan duygu, düşünce ve davranışlarını otomatikleştirmekte, sıradanlaştırmakta ve kalıplaştırmaktadır. Başkalarının belirlediği gündem tuzağına düşen insan, varoluşunun anlamını yitirmektedir.
Sürekli bir bilgi bombardımanı (input) var hayatımızda ve insan bunlar arasında kendi zihinsel özellikleri ile bir irdeleme, seleksiyon, işlemleme yaparak sonunda bir kanaate varmaya çalışıyor. Bu kanaat sonucunda da bir seçim yapıyor. Bu konuda anahtar kelime “ikna”dır. İnsan ikna olmaya çalışıyor. Birileri de ikna etmeye çalışıyor. Manipüle etmek, retoriği kullanmak gibi ikna çalışması yapan yöntemlere maruz kalıyoruz. Bunun karşısında ise kritik-analitik, sorgulayıcı bakış var.
Günümüz insanına düşen, aslında her devirde olduğu gibi, düştüğü fanustan çıkmak olmalıdır.
Bunu amaçladığını iddia eden Batı ve Doğu kaynaklı çok sayıda öğreti var. Günümüz insanı anlam arayışını sürdürmekte ancak bu tür batıl uygulamaların pençesine düşmektedir. Sunulan reçeteleri sorgulamadan kabullenmektedir. Popüler kültür hâline gelen bu yöntemler toplumsal trend oluşturmakta ve çok sayıda takipçi bulmaktadır. Bu yöntemlerde kişinin bedensel ve zihinsel süreçlerine dikkat ederek yoğunlaşması, duygu düşünce ve davranışlarının tamamen farkında olması, onları anlaması, sürekli kendini değerlendirmesi ve yönetmesi, mevcut ana odaklanması, düşüncelerini, duygularını ve hislerini yargılamadan kabul etmesi amaçlanır aslında. Ama bunların tümünde esas olan “kalp” ya da “ruh” değil, “ben”dir. Sonuçta insan, “ego’nun güttüğü sen” den bir türlü kurtulamamaktadır.
Oysaki “Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” Bu ifade, bir Müslüman’ın tüm varlığını Allah’a adaması gerektiğini vurgular. Bizim kültürümüzde ana odaklanmak batıl kaynaklı yollarla değil; “Huş der dem (her nefeste uyanık olmak)” ve “Halvet der encümen (halk içinde Hak ile beraber olmak)” gibi esaslarla yapılır.
“Bu yolda mühim vazife, nefsi gafletten muhafaza etmektir, ne geçmişi ne de geleceği düşünmek ve bunlarla meşgul olmaktan gönlü saklamaktır.”
Geçmişle ya da gelecekle ilgili şeylerden nefsi ve gönlü muhafaza etmek.. Aslında anı yaşamak, ana odaklanmak gibi kavramlar ile de bu kastediliyor. Her nefeste uyanık olmak ve gönlü geçmiş ve gelecek ile meşgul olmaktan korumak. Her nefes alış-verişle beraber iç hayatımız/iç âlemimizin de sürekli huzur hâlinde olması. Günlük hayatta zihnimiz (gönlümüz) bir işe absorbe olmuş iken bile Allah’ı akıldan çıkarmamak ve gönlü uyanık tutmak.. Bunu elde edebilirsek o zaman korku gider, konfor alanı dediğimiz şey de o zaman farklı olmuş olur. Bu çok büyük bir vazife. Ama bunun için büyük mücadeleler gerektiği anlaşılıyor.
Sonradan türeyen birtakım öğretilerde kullanılan “ana odaklanmak, anı yaşamak, şimdiki anın farkındalığı, şimdi ve burada” gibi kavramlar ile aslında “hûş der dem”e işaret ediliyor. Ancak anın farkında olmak kişiyi âlemlerin Rabbi’nin her an onu görüp gözetlediği ve her an O’nun huzurunda olduğu duygusuna götürüyorsa anlamlı yoksa bir kıymeti yok. Ancak o zaman iç huzur gerçekleşiyor.
Yoksa Doğulu/Batılı psikoloji ekollerinin dayattığı gibi bir ana odaklanmanın ne kıymeti var? Eğer Allah’ın varlığına, O’nu bilmeye, marifetullaha götürürse Hakk’a dayanır, batıla dayanmazsa ve gönüle Allah’ın sevgisinden başka bir şey konulmazsa işte o zaman gerçek iç huzur gerçekleşiyor. O zaman “lütuf da hoş, kahır da hoş” oluyor.