4 Kasım 2024 / 2 Cemaziyel Evvel 1446

Kalpte Mahremiyet

Mahrem, Arapça “h-r-m” (haram) kökünden türetilmiş, helal olmayan, yasaklanan şey anlamına gelen bir kelimedir. Sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, bireyin özel alanını ifade etmek üzere mahrem/ mahremiyet kavramları kullanılır.

Bu bağlamda mahremiyet kişiye ait özel ve korunaklı bir alanın varlığını ilan etmektedir. Sosyal ilişkiler açısından ele alındığında, mahremiyet kişinin kendini ifşa etme ve başkaları tarafından bilinme/görüntülenme sınırlarını belirleyen bir kıstastır. Dolayısıyla mahrem alana girebilmek için yakınlık şartı aranır. Yakınlığı söz konusu alanın sahibi ile sıkı bir ilgi ve ilişkiye sahip olmayı ifade eder.

İnsanın en az sosyal hayatı kadar etkileşimlere açık olan bir başka ilişki ağı daha bulunmaktadır. Bu ağ insanın diğer ilişki ağlarını da etkileyecek nitelikte geniş bir kapsama sahiptir. Ve dolayısıyla buradaki mahremiyeti korumak da bu nispette önem arz etmektedir.

Halka halka daralan mahremiyet alanlarının merkezinde olan, en gizli, en özel, en kıymetli mahrem alan insanın kalbidir. Elbette burada bahsi geçen biyolojik kalp değil; tasavvuf kültüründe “latîfe-i Rabbâniyye” olarak isimlendirilen insandaki ruhanî cevherdir. İnsan gözle görülmeyen bu hassasiyeti sayesinde insan olmanın ayırt edici vasfını kazanır. İrfanın (biliş) ve idrakin (anlayış) kaynağı da yine bu cevherdir. [1]

İnsan nasıl ki sosyal mahrem alanlarına yabancıların izinsiz girmesinden rahatsız oluyorsa/olmalıysa kalbinin mahremiyetini korumakla ilgili de aynı hassasiyeti taşımalıdır. Latîfe-i Rabbâniyye isimlendirmesi kalbe kimin yakın kimin yabancı olduğuna dair önemli bir ipucu sunmaktadır. Latîfe yani tecrübe edilerek hissedilen ancak niteliğinin kelimelerle anlatılması oldukça zor olan kalp, kendisini var eden, himaye eden Rabb’e nispet edilmiştir. Demek oluyor ki kalbin yakını onun Rabbidir.

Yaratıcımız tarafından gönderilen kılavuz mesajda bu yakınlığı beyan eden ifadelerden birisi şöyledir: “(Yarattığını) bilmez mi (hiç) yaratan? O, çok lütuf sahibidir (her gizliyi bilir ve her şeyden) hakkıyla haberdardır.[2]

Lütuf sahibi olmak (el-Latîf cc), son derece lütufkâr (gayet incelik, hoşluk ve uygunlukla gayeye ulaştıran ve muradını veren) ve en ince en gizli işleri bütün inceliğiyle kolay kolay bilen anlamlarına gelmektedir.[3] Özellikle ikinci mana yaratıcısının insanın kalbinin mahremi olduğunu ortaya koymaktadır.

İnsanın herkesten gizlediği sırları, niyetleri elbette kendine âyandır. El-Latîf olan yaratıcısı ise kalbinde ne olup bittiğinden insanın kendisinden daha önce ve daha mükemmel bir şekilde haberdardır. “… Çünkü O, sînelerin özünü hakkıyla bilendir.”[4]

En güzel ve en mükemmel varlığın insanın kalbine mahrem olmayı, en yakın olmayı dilemesi insan için büyük bir şereftir. Ancak bu şerefi muhafaza edebilmek için mahremiyet kurallarının ihlal edilmemesi gerekir. Kalbini muhafaza edebilenler de ancak gizlide ve açıkta Rabbinin kendisini gördüğünün farkında olan kimselerdir.

Kalp mahremiyetinin ihlali, kalbin mâsivâ ile meşgul olmasıdır. Allah’tan başka her şey mâsivâdır. Bu tarz düşüncelerin, niyetlerin kalbinde yer edinmesi insanı fani hazların esiri durumuna getirir. Öyleyse nasıl ki kapı ve perdeler evlerin mahremiyetini koruyorsa, kıyafetler bedenin mahremiyetini koruyorsa kalbin mahremiyetini de koruyan bir şey olmalıdır.  Bu koruma insanın bizzat kendi kendine örtü olmasıyla mümkündür.

İnsanın kendine örtü olması kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi[5] ile mümkündür. Bu durum ise insanın her an dikkatli olması ve kendisini sorgulaması ile mümkündür. İnsanın bir şey ile ilgilenmesi için o şeyin ya bir fayda sağlaması ya da bir zarardan koruması gerekir. Fayda ve zarar belirlenirken ölçü nefsin arzu ve hevesleri değil, yaratılış gayesi olmalıdır.

İnsanın kendine örtü olması “…İçinizde olanı Allah’ın bildiğini bilin. O’ndan korkun…”[6] emrine tâbi olmasıyla mümkündür. Kalbe giren her duygu ve düşünce ile ilgili olarak kalbin mahreminden çekinmek, korkmak, hayâ etmek gerekir. Düşüncelerin kaynağını bulmak, bunun için de nihai hedeflerini sorgulamak gerekir. Kalbe musallat olan duygu, düşünce ve bunlardan kaynaklanan iç ses sonunda yaratıcının razı olduğu bir hal ya da davranışın ortaya çıkma ihtimali nedir?

İnsanın zihnine ve dolayısıyla gönlüne her an yüzlerce, binlerce düşünce akın etmektedir. Bunların bir kısmı nefsin arzu ve heveslerinden türeyen düşünceler, bir kısmı şeytanın vesveseleri, bir kısmı meleklerin iyiliğe davet içeren ilhamlarıdır. Ve bir kısmı da kalbi mahremine yönlendiren duygulardır.  İlâhî ilham adı verilen bu duygular insanı Rabbine yönelmeye, fani lezzetlerin bağımlılığından kurtulmaya davet eder ve kalpte kuvvetli bir şekilde hissedilir. Bu güçlü hisler, kalp mahremiyeti ihlal edildikçe geri plana düşmektedir.

Kalbi işgal eden düşünce bir başkası hakkında kin, kıskançlık gibi olumsuz duyguları besliyorsa bu düşüncenin şeytanın vesveselerinden birisi olması muhtemeldir. Aksine iyilik yapmaya, sevmeye yönlendiriyorsa bu kalbe mahrem bir düşüncedir.

Kalbi işgal eden düşünce sonrasında bir hayır kazanılmıyorsa, mesela geçmişte yaşanılan bir olay ibret alma niyeti olmadan düşünülüyor ve bu durum kişiyi şimdi yapacağı bir iyilikten alıkoyuyorsa nefis kaynaklı bir düşünce, kalbin mahremiyetini ihlal ediyor demektir. Gelecekte yaşanması muhtemel durumlarla ilgili kaygılar da yine kişiyi şimdinin iyiliğinden mahrum bıraktığı için ya nefis ya da şeytan kaynaklıdır. (Psiklojik rahatsızlıklardan kaynaklanan kaygı bozuklukları konumuzun dışındadır.)

Şimdi yapılabilecek bir iyilik yok diye bir bahane kalbi işgal ediyorsa –alternatif olarak- Kur’an-ı Kerim’de ayaktayken, otururken, yan taraflarına yaslanarak yatarken Allah’ı anan, hiçbir şeyin ve kendilerinin boş yere yaratılmadığını düşünenlerin övüldüğünü[7]; cennet ehlinin tek pişmanlığının dünyada Allah’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları anlarla ilgili olduğunu[8] hatırla(t)mak yerinde olur. 

İnsanın kendine örtü olabilmesi için sürekli bir sorgulama halinde olması gerektiği anlaşılmaktadır. Yukarıdaki sorgulamalara bakıldığında, kalp mahremiyetinin korunması için kişinin kendisi ve yaratıcısı hakkında bilgi sahibi olması gerektiği görülür. Zira bir durumun kendisini ne kadar ilgilendirdiğini, bir davranışın ilahi rızaya ne kadar muvafık olduğunu bilmek için öncesinde bilgi sahibi olmak gerekir.

Kişi kalbinin mahremiyetini koruduğunu ya da ihlal ettiğini ortaya koyduğu davranışları üzerinden gözlemleyebilir. “Bilin ki! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki! O, kalptir.”[9] hadis-i şerifinde izah edildiği gibi tüm beden kalple ilişkilidir.

Bu bağlamda ağızdan çıkan sözlerin mahremiyetle ilişkisi de oldukça kuvvetlidir. Çokça düşünüp az konuşmayı tavsiye eden atasözlerinin bu gerçekle bağlantılı olarak ortaya çıkmış olması kuvvetle muhtemeldir. Kalbinin giriş kapısındaki nöbetini hakkıyla yerine getirebilen insanın sözlerinin de nezih (=temiz ahlaklı) ve faydalı olması beklenir.

Haram içermeyen, yalan olmayan, müstehcenlik taşımayan, başkasının onuruna ve her türlü hakkına zarar vermeyen, düşmanlığı teşvik etmeyen sözler nezih kabul edilir. Boşu boşuna olmayan, muhabbeti geliştiren, söylendiğinde hayırlı sonuçlar beklenen, gereksiz uzatmalardan korunmuş sözler de faydalı sınıfındadır.

Yaratılış gayesine uyumlu bir insan olabilmenin en önemli şartı latîfe-i Rabbaniyenin, kalbin mahreminden gayrıya, ağyara yâr edilmemesidir. Bunun için kişinin kendi kendisinin koruyucusu olması gereklidir. Aksi takdirde kalp her duygu ve düşüncenin yerleştiği bir han oluverir. Dolayısıyla kalp mahreminin sevgi ve merhametinden uzak düşer, içten içe harap olur ve kendi sefaletiyle çevresine de zarar vermeye başlar.

Mahremiyeti korunan bir kalp neşelenir. Önce bedenin diğer azalarının iyiliğine vesile olur. Dolayısıyla o kalbin sahibi diğer varlıklarla sevgi boyutunda ilişki kuran, iyilik sunan, fayda sağlayan, zarar vermeyen bir insan olarak hayat sürer. Yeryüzünün halifesi olma sorumluluğunu yerine getirebilen, yaratılmışların en güzeli olan insan işte bu insandır.

Zeynep Yaren

[1] http://ekitap.yek.gov.tr/urun/ihya-tercume-ve-serhi–cilt-1-8-_585.aspx s.15 (erişim: 20.05.2021)

[2] Kur’an-ı Kerim, Mülk Sûresi, 14. Ayet-i kerime

[3] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 67/14 Açıklaması

[4] Kur’an-ı Kerim, Mülk Sûresi, 13. Ayet-i kerime

[5] Tirmizi, Zühd 11/ İbn Mace, Fiten 12

[6] Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûresi, 235. Ayet-i kerime

[7] Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Sûresi, 191. Ayet-i kerime

[8] Bkn: Taberani, el-Mucamu’l-Kebir, 20/93/h. no:182

[9] Buhârî, Îmân, 39