12 Ekim 2025 / 19 Rebiül Ahir 1447

Kendini Aramak

Uzm. Klinik Psk. Afra Esma Akman-

İnsanın kendini keşfetme yolculuğunda sorduğu en önemli soru belki de “Ben kimim ve bu hayatın anlamı ne?” sorularıdır. Bu soruları en sık sorduğumuz dönem ise gençlik dönemidir. Gençlik dönemi dış görünüşün değiştiği, bilişsel kapasitenin geliştiği, mesleki seçim, evlilik, iş hayatı gibi geleceğe yönelik önemli kararların alındığı bir dönem olması dolayısıyla kimlik arayışının oldukça yoğun yaşandığı bir dönemdir.

Kimliğimiz, tüm yaşam boyunca gelişir ve değişir. İnsan, yaşamının ilk üç yılında anneye bağımlı bebek olmaktan çıkarak çocukluğa adım atıp oyunlar kurmaya başladığında, ilk bireysellik duygusunu yaşar.  Benzeri bir durum ergenlik çağlarında da baş gösterir. İşte bu ikincil bireyselleşme süreci ergenlikte kimlik kazanımını da beraberinde getirir. Bu süreç aynı zamanda hayata bir anlam yükleme sürecidir de. Bizler hayatı ben ve başkaları arasındaki sınırları fark etmeye başladığımızda anlamlandırırız. Ve hayata dair oluşturduğumuz her anlam, yeni bir kimliğin inşasını başlatır.

Kimliğimiz sayesinde, hayatta hangi yöne gittiğimizi bilir ve kendimizi güvende hissederiz. Kimliğimizin iki yüzü vardır, biri bireysel kimliğimiz diğeri ise toplumsal kimliğimizdir. Bireysel kimliğimiz; var olduğumuz dünyaya karşı bakış açımızı, tercih ve eylemlerimizi içerir. Bireysel kimliklerimizin var olan kodları, üstü örtülse ya da bastırılsa bile kolay kolay değişmez. Örneğin halk arasında bir genç, değerlerine ve kültürüne uygun hareket etmekten biraz uzaklaştığında ve ebeveynleri bu konuda endişelendiğinde ebeveynlere, “Endişelenme, er ya da geç dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır.” diye teselli verilir. Çünkü insan özüne dönmeye meyillidir. Bireysel kimliklerimiz hayatta neyin bizim için önemli olduğunu bize söyleyen yol fenerleri gibidir ve inşası hayat boyu dinamik bir şekilde devam eder.

Toplumsal kimliğimiz ise “diğerleri” ile kurduğumuz bağlar ve sosyal hayatta kendimizi nasıl konumlandırdığımız ile ilişkilidir. Bizler; “Kimsin, nerelisin, nereden gelip nereye gidersin?” sorularının etrafında kendi hikâyemizi anlatırız. İnsan olarak hepimiz, diğerlerinden ayrışmaya, özgün olmaya ihtiyaç duyduğumuz gibi diğer insanlarla ilişkili, bağlantıda olmaya da ihtiyaç duyarız. Ancak bu ikisi dengede olduğunda sağlıklı bir kimlik geliştirmiş oluruz.

Toplumsal kimlik olmadan bireysel bir kimlikten söz edemeyiz. Çünkü insan ötekinin aynasında kendi kimliğine bir anlam yükler ve kimliğini inşa eder. Bu da beraberinde insanın temel gereksinimlerinden biri olan aidiyet duygusunu getirir. Diğerleri tarafından kabul gördüğümüz ve değerli hissettiğimizde içimizdeki aidiyet duygusu pekişir. Bunun tohumları aslında biz küçük bir bebekken annemizle kurduğumuz bağ ile atılır. Ve biz büyüdükçe aidiyet hissi içimizde dallanarak yeni aidiyetler ile zenginleşir. Yapılan bilimsel çalışmalar, aidiyet duygusunun yüksek olduğu gençlerde kendine ve gruplara olan saygısının arttığı ve akademik başarılarının yükseldiğini göstermiştir.

Postmodernite ile birlikte ne yazık ki zaman tasavvuru; geçmişten, tarihten ve “andan” koparılıyor. Ve sadece geleceğe kulak vermiş, kaygı düzeyi yüksek, aidiyetsiz bir nesil üretilmek isteniyor.   Gençler maneviyat, ahlak, vatan, cinsellik ve aile değerleri yönünden bir aidiyetsizliğe sürükleniyor. Bu aidiyetsizlik girdabına düşen gençler ise zihnen ve ruhen dağılarak kendine anlamlı bir istikamet bulamıyor. Örneğin cinsiyetine, bedenine, kendi kimyasına yabancılaşan gençlerde cinsel aidiyetsizliğin getirdiği boşlukla beraber yüksek oranlarda intihar vakaları gözlemleniyor. Bir yandan da bu kişiler sanal dünyanın da etkisiyle sahte aidiyetler oluşturabiliyor. Özellikle son yıllarda, dijital dünyaya geçişin de etkisiyle sanal kimlikler ve yapay aidiyetler türemeye başladı. Hiç görmediğimiz, sesli olarak konuşmadığımız, fiziki olarak varlığını bilmediğimiz biri ile yapay kimlikler üzerinden iletişim kuruyor ve ona “layklar” gönderiyoruz. Böylece hiçbir sorumluluk almadan bir futbol kulübüne, bir siyasi partiye, bir fan kulübüne aidiyet göstermiş oluyoruz. Ne yazık ki bu durum gerçek, köklü kimliklerimizin ötesine geçip onları erozyona uğratıyor. Ve bu sorun bizi küçük, yüzeysel kimliklere yapışan “sürü” insanlara dönüştürüyor.

İnsan fıtratı gereği, sınırlarını bildiğinde kendini güvende hisseder. Örneğin yer yön işaretleri olmadan, bir haritanız bulunmadan, bilmediğiniz bir yolda yürümek size nasıl hissettirir? Yalnız, güvensiz, boşlukta… İşte insana da ailesi, içinde bulunduğu toplum, ahlaki değerleri, dini, vatanı, bu hayat yolunda yürümesi için ona yer ve yön gösteren kimlik araçlarıdır. Bu kimlik araçlarını yok sayarak, onlardan koparak hayat yolunda yürümeye çalıştığında kişi kendini istemediği bir kıyıda bulabilir. Oysaki kimliğimizi inşa eden bu araçlar kadim bilginin ışığı ile yoğrulmuş ve bilgelikle süzülmüş, test edilmiştir.

Güçlü ve köklü bir kimlik inşası için iyilerle beraber olmak, kendimize örnek şahsiyetler belirlemek elzemdir.  Çünkü üzüm üzüme baka baka kararır. Bilimsel çalışmalar, ayna nöronlar sayesinde karşımızdaki kişinin hareketlerini gözlemlediğimizde tıpkı eylemi yapan kişinin beyninde olduğu gibi bizim de beynimizde benzer nöronların ateşlendiğini bulmuştur. Yani bir süre sonra içinde bulunduğumuz gruba ya da sık görüştüğümüz insanlara benzemeye başlarız. Dolayısıyla Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Mevlâna gibi ulu çınarlardan bize aktarılan zengin mirasa kulak vererek tarihimizi araştırıp bugün ve geçmişle bir köprü oluşturarak kimlik bütünlüğümüzü sağlayabiliriz. Ve Mevlana’nın da dediği gibi, “Ey insanoğlu! Hazine bulursun ama ömür bulamazsın. Sen uğraş da kendini bul, kendindeki gizli hazineyi araştır!”

Henüz Yorum Yok

Cevap Yaz

Tüm alanları doldurunuz