Yeni senemizi hayırlayarak, uğurlayarak başlamak isterim.
İyi insan ve Müslüman olmak çabasıyla yaşadığımız modern çağda kimi zaman kayıp, kimi zaman doğru yolda hissederiz. Ekseriyetle sorularla devam ederiz hayat yolculuklarımıza. Bu soruların kimisi hemen cevaplanan cinstendir, kimisi cevabı değil tefekkürü çağırır. Selamlama kabilinden olan bu yazıda, soruları bitmeyen bir insan ve Müslüman olarak, bir süredir hemen her gözlemime takılıveren ikilikler üzerinden hayatı okuyuşlarımıza dair notlarımı paylaşmak istiyorum.
‘Farkına varmakla anlam veririz. Bir acıyı anlamlandırabildiğimiz zaman, ruh eksik olanı ikmal eder, tamamlanır, olgunlaşır. O acıyı üreten yanlışları durmaksızın tekrarlamaktan vazgeçeriz.’
Alıntıda “Bir acıyı anlamlandırmak” kavramı ile işaret edilen durumu, ben “Soru sormak” kavramı ile değiştireyim. Soru sorma olgusunu cevaplanıp aşılması gereken bir basamak, sonucun önündeki bir engel gibi görmemeyi; aksine olumlu, daima anlamlandırmaya çalışan bir zihin işareti olarak okumayı öneriyorum. Sonuç odaklı, dolayısıyla yetişmeye, kendimizi senkronize etmeye hiç durmadan çabaladığımız bir hıza ayarlı yaşamak, açıkça bir modern zaman halidir, adetidir.[1] Bu hız, ayarlarımıza parazit yapıyor. Oysa, sürekli ‘akletmek’ hatırlatması yapan bir inancın müntesipleriyiz. Hayatın bir yolculuk, bir süreç, bir hikaye olduğunu aktaran gerek kadim tasavvufi, gerek aktüel kişisel gelişim eserleri-ni kimi zaman hayranlık, kimi zaman da hayret ile okuyoruz. Rağbet ediyoruz bize bu hatırlatmayı yapan metinlere. Ancak yaşarken, bir sorumuz varken örneğin, kontrol edemeyip kapıldığımız zamanın hızından ötürü, rağbet ettiğimizi uygulayamaz ve onunla amel edemez oluyoruz. Eski bir reklam sloganı hatırıma geliyor: ‘Kontrol edemediğiniz güç, güç değildir.’
Bir hastalıkla yaşamayı, bir çeşit özür/kusur hali olarak okuyoruz mesela. O rahatsızlığı, özrü atlatıp son hızla yetişmemiz gerekiyor hayata. Hayatın sonucunda ulaşacağımızı planladığımız mahal için, an’ı feda etmemiz gerekiyor sanki. Bir takas gibi düşünürsek bunu [2], muhayyel bir sonuç için büyük bir feragatte bulunuyoruz gibi görünüyor. Halbuki hesaba çekileceğimiz mevzubahis birim an’dır.
Hayatının çoğunluğunu diyabet, tansiyon gibi, bir kere edinildiğinde bir daha modern tıbbın şifa öneremediği rahatsızlıklarla geçiren olgun yaşta bir hanımefendiden, bu durum hakkındaki değerlendirmesini duyduğumda geçtiğimiz günlerde, bir yanıyla modern çağın insanı olduğumu-zu bir kez daha farkettim.
“Yıllardır iyileşmeye çalışıp hala şifa aramaktan sıkılmadınız mı, yorulmadınız mı?” “Belki de benim hikayem, şifa bulmaya çalışmanın hikayesidir? Kariyer yapmanın değil de, şifa aramanın hikayesi?”
Bu, orta-genç jenerasyonun aklına ilk anda gelmeyen bir yaklaşım. Yaşanan hastalıklar ve şifa arama halinin, sürecinin üzerine tefekkür etmeyi gerektiriyor bu cevap.
(Bu yazının cevap istemeyen, tefekkür isteyen sorusunu da buraya yerleştirelim: Modern çağın, zamanımızın ne kadar dışında tutabiliriz kendimizi? Ne kadar içindeyiz ki zamanın?)
“Hayat hep kendimize doğru bir yolculuktur.”
Peki, gözümüzün görüş açısını saf dışı bırakıveren bu hız ile modern zaman ile ikilikler (dikotomiler) üzerinden yaşamanın bağlantısı nedir?
Bir hastalık olgusunu bile modern zaman ayarlı okuyorsak, bunun belki de bir hikayenin tam da kendisi olabileceğini göremiyorsak, soru sorabilmek bile takdire şayan olur.
Bunu biraz daha açalım.
Sıradan bir sohbet esnasında, muhatabınıza bir soru soruyorsunuz. Muhatabınızın tek hedefi sorunuzu cevaplamak. Soruyu ne amaçla, nereye ulaşmaya çalıştığınızı anlamadan, sorunun içeriğini es geçerek sorunuzu cevaplamak. Cümlenizi biçimsel bir soru olarak algılayıp, biçimsel olarak cevaplamaya çalışan muhatabınız, boşluğa konuşmak hissi verir, böyle bir durumda.
Muhatabınız için o an önemli olan o soruyu cevaplamak ve aşmak, gelecek adıma hızla devam etmektir. Verilen cevabın sorunun ne derece mütekabili olduğu, gerçekten sorunun sorunsalını cevaplamaya, derdine çare olma çabaya mı, alelade bir karşılık vermeye mi talip olduğu, devam etmekten daha az önemlidir.
Böyle cevaplar, dünyayı hakkıyla algılama çabamıza engel olan modern zamanın hızına yetişme amacı ile yer alıyorlar dünyamızda. Mühim olan teknik olarak bir cevap formatını sunmak/almak değil, soru ve muhtemel cevaplar üzerine tefekkür etmek olabilir.
‘Hız eksiltir.’ [3]
Sorunun cevaplanması değil, cevabın aranması payımız, sürecimiz, hikayemiz olabilir. Bunu kaçırıp biçimsel bir cevaba ulaşmak bizi belki modern zamana yetiştirir. Ancak hayatın anlamını, kulluğun payını kaçırıyor olmak, yetişip parçası olduğumuz modern zamanı anlamsız, tatsız, yavan da kılabilir.
Hayatlarımız, hızla akıp giden zamana kapılıp memnuniyetsiz sokaklarda son bulmasın.
Modern zaman hızla akıyorsa, varsın aksın.
Bizim nasibimiz cevap değil de, tefekkür gerektiren sorular olabilir.
Biz o zamanın içinde kendi yolumuzda kaim olalım, yolumuzun anlamını idrak edelim.
Ayşe Mine
[1] Kemal sayar, Yavaşla, Timaş: İstanbul, 2007.… Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı: İstanbul, 1994.
[2] Jean Baudrillard, İmkânsız Takas, çev. Ayşegül Sönmezay, ayrıntı: İstanbul, 2012.… Yazıda Baudrillard’dan yalnızca ‘imkânsız takas’ ifadesini ödünç aldım. “İmkânsız Takas” kitabında tartışılan aynı isimli mevzuya atıf ise bu yazıyı aşar ve bu yazının konusu ile dolaylı olarak alakalıdır. Yanıltma yapmak istemem.
[3] Kemal Sayar’ın Milan Kundera’dan alıntıladığı ifadedir.