Onun sıfatları her varlıkta ayrı ayrı yer bulmuştur ve O her insanın kalbine nazar etmektedir. Her insana ayrı bir kader ve bu kader içerisinde bir dizi imtihan tayin etmiştir. Ahirette de karşılıklarını tastamam verecektir. İşte bu hakikatler, inanan insanın kibir, nefret ve hased gibi sûfli duygularını, korku ve kaygı gibi sıkıntılarını bertaraf eder.
Bu tarz kötü ve zararlı duyguların ağırlıklı olduğu önyargıya İslam’da sui-zan diyoruz. Hakkında bilgimizin olmadığı her şeye karşı gayri ihtiyari bir zanda buluyoruz. Elbette ki, bu şeyi, öncelikle inanç ve bilgilerimiz ışığında, hızlı bir süzgeçten geçirmeliyiz. Ya da bu yeni şeyi tamamen kabullenmeden önce kritik analitik düşünüp, gerekli araştırmayı yapmalıyız. Gerekirse ilim erbabı ile istişare etmeliyiz. Ancak, dikkat edilirse burada bahsettiğimiz, daha analitik yapılmadan, ilk aşamada bir olayı, fikri ya da kişiyi reddetme, kınama, kötüleme ya da küçümseme değildir. Çünkü bu içimizdeki sevgisizliğin, nefretin bir göstergesi olur ki bu da günaha kapı aralayabilir. Dilimizle ya da davranışımızla işlemediğimiz bir kötülük günah olarak yazılmaz. Ancak hakiki müminler bilir ki günahı sürekli düşünen, içinde Allah’ın rahmetini uzaklaştıracak duyguları barındıran insanın kalbi zamanla kararır. Bir yönü hep Allah’a dönük olan vicdanları işlemez olur. Zamanla günahı düşünmekle kalmaz işlemeye de başlar. O nedenledir ki insanın kalbî ve ruhî olgunlaşması için, insanın aklından geçen düşüncelere de hâkim olmaya çalışması lazımdır. Çünkü Hucurat Suresi 12. Ayet-i kerimesinde Allah-u Teâla ‘’Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. ’’ buyurmuştur. Zannın ‘’iyi insanlar için kötü düşünme şeklinde ‘’ olanı yani su-i zan ki alışkanlık haline geldiğinde insanı Rabbine karşı bile sui zanna götürebilir. Kâfirler bu nedenle azaba düçar olmuşlardır.
Örneğin asık suratlı birini gördüğümüzde, onun ters ve kötü biri olduğunu ya da çok hareketli ve neşeli birini gördüğümüzde de onun gayri ahlaki bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüveriyoruz. Ya da ciddi birini gördüğümüzde tutucu, rahat birini gördüğümüzde de onun tembel ve gamsız biri olduğunu düşünmeye ne kadar meyilliyiz. Üzerinde yamalı ve yırtık bir elbise olan birini deli ya da son derece güzel giyimli birini de sosyete, burjuva vs. gibi kelimelerle tanımlayıveriyoruz. Ancak her an kalbimize bakan Rabbimize karşı nasıl bir suç işlediğimizin farkında bile değiliz. Çünkü Onun yarattığını içimizden de olsa çekiştiriyoruz. Suizan bu nedenle çok kötüdür. Kalpte Allah’ın yarattığı bir varlığa, iç yüzünü bilmeden, delilsiz ve haksız yargılarda bulunmak aynı zamanda da kul hakkıdır. Daha sözümüz bitmeden Allah bizden rahmetini çekip, yargıladığımız kişiye verebilir. Bize de kul hakkı ve günah kalabilir… Hele de başkasının ya da toplumun genelinin, haksız yargılarını kendimize dayanak yapıp (Allah c. c. En’am suresi 116. Ayeti kerimede bundan sakındırıyor), su-i zannı gıybete çeviriyorsak, maazallah iftiracı olup çıkabiliriz de. İftira ki Kuran-ı Kerim’deki Nur Suresinde bahsedilen ‘’ifk ‘’hadisesinde Allah(c. c. )’ın müminleri nasıl uyardığını hatırlayalım. Allah-u Teâla burada iftirayı haram kılıyor. Bizlere düşen gözlerimizle görsek bile iyi insanlar için yine de hüsnü zanda bulunup, ’ yanlış görmüş olmalıyım’ demek, düzeltebiliyorsak şefkatle yardım etmek, ayıpları örtmek, affetmek ve kendimizi eksik kusurlu, başkalarını ise daha iyi durumda görmek olmalıdır. “Herkes kendi evinin önünü süpürse, bütün sokak tertemiz olur’’ sözü misalince hepimiz hüsnü zanla düşünmeyi alışkanlık haline getirirsek, hiçbir sorun kalmayacaktır.
Ayrıca Rabbimizin bize hediye ettiği ‘’dua zırhımızı’’ giyip hem kendimiz hem de karşımızdaki için hayrı dilemeliyiz. Kibirli ve kötü insanları da güzel bir şekilde savıp Rabbimize havale etmeliyiz. Kendimizin ve ya karşımızdakinin önyargılarına karşı tevekkül ve teslimiyet kalesine sığınmalıyız. “Mümin müminin aynasıdır. ” hadis-i şerifi doğrultusunda her insanda kendimize yararlı bir bilgi aramalıyız. Birbirimizi bir nimet olarak görmeliyiz. Bize nefsimizin bir yönünü sergilediğini unutmamalıyız. Elbette ki bir mümin olarak gaflet ve günah ortamlarından uzak durmak için gerekli önlemleri almalıyız. Ancak karşılaştığımız insanları tanımak, dolayısıyla da Rabbimizi tanımak için de gayret sarf etmeliyiz. Empati yapmayı deneyip, insanların geçmiş ve şu anki yaşam koşullarını, hastalıklarını, zevklerini, ilgi alanlarını, yeteneklerini, kapasitelerini, yaş, cinsiyet ve zekâ gibi durumlarını göz önünde bulundurup, yargılamadan, iletişim kurmayı denemeliyiz. Aksi takdirde çok değerli insanları ya da bilgileri tanımadan kaybedebiliriz. Büyük hedeflere(!) doğru aceleyle koşarken, ayaklarımızın altında ezilen kır çiçeklerini göremeyebiliriz…
Tasavvuf kalbi nurla doldurup, her türlü kötü duygudan temizleyip, günah düşüncesinin bile kalpte doğmasına engel olma pratiğidir. Ubeydullah Ahrar (k. s. ) ‘’Penceresi kadar düşer bir eve ayın ışığı’ ’buyurmuştur. Bizler de kalbimizin Allah(c. c. )’a açık olan penceresini büyütelim. Olabildiğince nurla dolduralım. Nereye kadar bu bencil ve küçük dünyamızda yaşayabiliriz. Rabbimizin hazinelerinin farkına varmadan, gönüllere dokunmadan, bilgiyi paylaşmadan, İlahi sırlara ermeden, O’nu tanımadan mı geçeceğiz bu dünyadan… Her olayda, her varlıkta farklı bir sıfatını sergileyen Rabbimizi temaşa etmemiz dileğiyle…