Büyük bir cephe savaşında, şövalyelerin veya süvarilerin taşıdıkları ağır zırh ne kadar akıllıca ve asil görünür gözümüze. Çünkü taşıdıkları bu zırh, ölüm ve olası yaralanmalara karşı onları korumak içindir. Ayrıca bir yandan askerlere ihtiyaç duydukları cesareti ve heybeti verirken, diğer yandan da düşmana korku ve umutsuzluk aşılar. Peki, savaş ortamında böyle olmasına rağmen, gündelik hayatta ve sulh ortamında, askerlerin bu zırhla dolaşmaları ne kadar normaldir? Halk tarafından kibirlilik, korkaklık veya delilik olarak algılanmaz mı?
İşte bunun gibi, hiç bir gerçekçi temele ve tekrar edilmiş tecrübeye dayanmadan oluşmuş önyargılarımız da, sırtımızda taşıdığımız ağır bir zırh gibidir. Çoğu zaman ellerimizde kalkan ve kılıçlarımız, yüzümüzde de demir maskelerimiz vardır. Tıpkı, tehlikesiz bir dönemde, evinde, yatarken, uyurken, yemek yerken ve her halde, zırhını çıkaramayan korkak ve tuhaf şövalyeler gibiyiz. Hemcinsimizle konuşurken, en ufak farklı bir düşüncesini, katî bir biçimde reddetme eğiliminde olmuyor muyuz? Ya da negatif bir durum hissettiğimizde kılıcımızı rakibimizin(!) göğsüne dokunduruvermiyor muyuz? Yüzümüzdeki demir maske ile içimizin görünmesini engellemeye çalışıyoruz olanca gücümüzle. Bir süre sonra karşımızdaki kişinin ya da düşüncesinin, pek de zararlı olmadığını hatta faydalı bile olduğunu anlamamıza rağmen, kalıplaşmış yargılarımız, kibrimiz, hasedimiz ya da çocukluktan beri yaşayışımızla beraber getirdiğimiz anlamsız korkularımız yüzünden, bu komik hale düşüyoruz…
Kendimizi her türlü negatiflikten koruma adına, anlamsız bir esarete ve yalnızlığa itiyoruz. Aslında çoğu zaman kendi iç dünyamızda, bilinçaltımızda yaşadığımız, kötü tecrübelerimiz ve hayal kırıklıklarımız bizi bu duruma sürüklüyor. İçimizdeki derin güven eksikliğini, karşılaştığımız her yeni kişi ve olaya yansıtıyoruz. Öylesine korkuyoruz ki birbirimize güvenmekten ya da öylesine kaygılıyız ki birlikte yaşamaktan, duygularımızın rahatça karşımızdaki kişiye akıp gitmesine, onun kendisini bize anlatabilmesine engel oluyor, adeta yüzüne kepenklerimizi kapatıveriyoruz. Aldatılma ya da eleştirilme korkularımız, hatasız görünme çabalarımız bizi bu şekilde kilitliyor. Kimi ne kadar seveceğiz veya ne kadar yumuşayacağız, bir türlü karar veremiyoruz. Dengeyi kurmakta zorlanıp, yoruluyor bazen de kendi beceriksizliğimiz yüzünden karşımızdaki kişiyi karalayıveriyoruz. Adeta sevmekten korkuyoruz. Bu hastalıklı hale sebep olan önyargılarımız insanlarla iletişimimizi, arkadaş edinmemizi, Rabbimizin ilim hazinelerini tanımamızı ve doğru bilgiye ulaşmamızı da engelliyor. Belki katışıksız dost arıyoruz, belki de mükemmel tıpkı kendimiz gibi(!) bir insan… Hiç hata yapmayan, yanılarak da olsa incitmeyen, hiç yanımızdan ayrılmayan, aynı şeyleri düşünen, hisseden biri… Oysa tüm bunları nefs ve şeytanı olan, maddi ve manevi birçok hastalığın pençesinde kıvranan zavallı, aciz ve fani bir insandan bekleyemeyiz. Çünkü aslında bizim aradığımız hakikî dost ve sevgili ancak Allah ‘(c. c. ) dır. Aradığımız özelliklerin tümü de sadece Allah(c. c. ) da mevcuttur.
Peki, bu hatalı ve hatta zararlı önyargılarımızı nasıl aşacağız? ‘’Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım, Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz’’ diyen Hz. Yunus Emre’nin söylediği gibi Yaradan’dan ötürü yaradılanı koşulsuz sevmekle ve hüsnü zanla işe başlayabiliriz. Sevgi öyle bir enerji ki, dönüp dolaşıp yine bize dönüyor, bu koca dünya bile sevgi ile dönüyor. Bir kelâm-ı kibarda geçtiği gibi ‘’Sevgi bizim eğitim metodumuzun ana unsurlarından birisidir. Biz, sevgi metodunu kullanarak, insanlarla birikimimizi paylaşmayı tercih ediyoruz. ’’Çünkü sevgi bütün engelleri aşabilen olağanüstü bir güçtür.
İkinci olarak içimizde hiç sarsılmayan ve bizi maddi ve manevi geliştiren bir güven duygusu tesis etmek zorundayız. Mutlu yaşamanın da sırrı bunda gizlidir. Burada bahsettiğimiz ve aradığımız güven duygusu hepimizin tanımlamaya çalıştığı ‘kendine güven ya da özgüven duygusu’ değildir. Her ortama çekinmeden, usulsüzce ve rahatça giren, yerinde duramayan, yerli yersiz konuşan, her konuda fikri olan, her ortamda dikkatleri üzerine çekmeye çalışan özgüvenli(!) kişiler değil aradığımız. Çünkü son yıllardaki bazı araştırmalar, bu tarz kişilerin aslında içlerindeki güven bunalımını örtbas etmek için böyle davrandıklarını göstermiştir. O zaman nedir zararlı önyargılarımızı kontrol altında tutacak güven duygusu? İlahi takdir ve hikmet gereği, her daim bencil ve kötülüğe meyilli nefs ve her daim günah işletmeye azmettiren bir şeytan ile birlikte yaşayan insan nasıl kendine güvenebilir? Böyle bir özgüven ne derece gerçekçidir?
İslami bakış açısına göre, bir insanda öncelikle, Yaradan’a olan güven duygusu teşekkül etmelidir. Şöyle ki, kalbi ve ruhi gelişimini tamamlamamış, salt zekâsıyla hareket eden dolayısıyla şeytani vesvese ve nefsin tuzaklarına açık bir insan, çoğu zaman hatalı yargılarda bulunur. Karşısındakini de bu hatalı önyargılarıyla değerlendirir. Oysa her şeyi yaratan Rabbine, tam anlamıyla inanan ve güvenen, kalbî ve ruhî olgunluğu yakalamış ya da bu yolda çalışan bir insan, bu tür önyargılardan nasıl uzak kalınacağını bilir. Çünkü Rabbi tarafından kendisine telkin edilen emirleri yapmaya, yasaklardan kaçınmaya çalışır. Her fırsatta iyilik düşünüp, iyilik yapmaya gayret eden, hedefine İlahi rızayı koyan bu kişi bilir ki, Rabbi onu seviyor ve onu koruyor. Onun öyle demirden zırh misali ağırlıklarla dolaşmasına gerek yoktur. Birinin kötülük yapmasına, onu incitmesine ya da öfkelendirmesine karşın, ona Rabbi tarafından giydirilen, ‘’dua zırhları ‘’vardır. Bu zırhlar zahmet verip, yormak yerine aksine kesintisiz bir huzur ve güven duygusuyla kaplar insan ruhunu. Alışık olmadığı bir yaşayış, bir kültür, bir fikir ya da bir davranış korkutmaz onu. Onun bir tek korkusu kalır, o da Rabbinin rızasını kazanamamaktır. Hoşgörü ve sevgi hâkim olmuştur kişiliğine. Çünkü bilir ki dünya ve içindekiler hatta tüm kâinat Rabbi tarafından yaratılmıştır. Her şey gibi, kalpler ve nefisler de O’nun yed-i kudretindedir. O kendisi için bir hayır dilerse kimse ona engel olamaz, bir şer dilerse de kimse onu gideremez. Rabbi her şeyi bir hikmet dairesince ve yerli yerince yaratmıştır ve her an da yaratmaktadır. O Semî ve Alîm’dir. Her şeyi görür ve ilmiyle bilir. Yarattıklarının gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Hiç bir iyi veya hiçbir kötü onun bilgisi dışında, lüzumsuz veya tesadüfi değildir. Hiç kimse ve hiçbir şey O’nun gözünde değersiz değildir. Herkesi özene bezene yaratmış ve özelliğini vermiştir. Onun sıfatları her varlıkta ayrı ayrı yer bulmuştur ve O her insanın kalbine nazar etmektedir.