Kâinatı yoktan var eden, yaratıcımız Allah (cc)’a ve O’nun Habibi Resulü Kibriya’sına olan hasretim sevgim dağların zirvesinden aşağıya yuvarlanan küçücük bir kartopunun yuvarlandıkça çığa dönüştüğü gibi giderek büyüyor içimde.
Gönül dünyamda bir çığa dönüşen bu yoğun duygularla ufuk çizgisine çevirdim kalbimin bakışlarını. Güneş bir başka doğuyor bugün üzerimize. Bir başka ışıldıyor, bir başka ısıtıyor sanki yeryüzünü.
Şimdi masmavi bir hülyadır gördüğüm. Gönül dünyamda büyüyen çığ göğüs kafesini dışarı çıkacakmış gibi zorluyor. Güneşin her gün sevinerek üzerine doğduğu O sevgilinin yaşadığı belde, Medine-i Münevvere.
Yolculuk münevver olan şehre, saadet beldesine, medeniyet şehri Medine’ye… Havaalanından çıkıp şehre girerken rehberimiz, “Hoş geldiniz Peygamber Şehrine” diyor. O an içinden “gönüller Sultanı gelecek diye nasıl beklemiş, nasıl ümit etmiş, nasıl atmış o yangın yeri misali olan gönüller” diye geçiriyor insan.
Medine, sevgilinin gelişiyle medeniyetin de geldiği şehir.
Medine, gül kokan şehir.
Medine, şefkat şehri.
Medine, yâr kokan şehir.
Medine, merhamet kucağı.
Medine, hicret şehri.
Medeniyet şehri Medine…
“Sizin içinizden bir peygamber geldi ki, size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli merhametli”[1] buyrulduğu ayetin hikmeti gereği gerçekten o merhamet, o şefkat kucaklıyor sizi Medine’de.
Şehre girerken “Biz Uhud’u, Uhud bizi sever” buyrulan, 8 km. kadar uzunluğa sahip, tek başına bir dağ olan Uhud karşılıyor sizi. Uzayan yollar gidildikçe menzile yaklaşıyor, peygamber sancağına benzettiğim minareler görünmeye başlıyor. Kavuşmanın heyecanıyla hemen Mescidi Nebeviye’ye adım atmak istiyor insan. Hz. Bilal’in yanık sesiyle, aşkıyla kulaklardan gönül teline ulaşıyor sanki okunan vakit ezanı.
“Ziyaret” diyerek görevliler nida ediyor, övülen mekân olan Cennet Bahçesine ziyaret saatleri başladığını anlıyoruz ve kapılar açılıyor. 7 milyarlık dünya nüfusunun ağzından çıkan tek cümle “Sallu ala rasulina Muhammed,” “salât ve selam sana olsun ey nebiler nebisi”…Tek bir safta duruyor tüm insanlık, o anda bencillik kalkıyor, ben-sen kalkıyor, biz var oluyor. Övülen yer olan Cennet bahçesinde “salah” diyorsun mü’min kardeşin için, “gel” diyerek birbirine yardımcı oluyor, çantasını tutuyor ve o övülen yerde o hiç tanımadığın mü’min kardeşinden hayalinde olmayan dualar alıyorsun. Kulaklara değen, her ülkeden insanın dilinde fısıltıyla dönen, kalbi hasret ateşiyle yanan, gözleri inci misali dökülen gözyaşlarıyla birbirine kenetleyen tek bir cümle: “Allâhümme Salli alâ seyyidinâ Muhammedin…”
Medine’nin çocuklarının oyunları ne derseniz, Mescidi Nebevinin bahçesinde koşuşturmak, tanımadığı gülen gözlerle bakan cüssesi büyük amca ve teyzelerden şeker almak, tüm insanlık namaza durduğunda küçük takkeleriyle başörtüleriyle minicik seccadeleriyle O tek yaratıcıya yönelerek büyüklerini taklit etmek, en güzel oyunları derim.
O tek yaratıcı dedim de, hakikaten Rabbimin güzel isimlerinden Musavvir’in yansımasını orada görüyor insan. Beyazı, siyahı, sarısı, melezi, ufağı, büyüğü, zayıfı, kilolusu… Tek tasarımcı olan Mevla’m, kâinatta bulunan her şeyi, tüm insanları ayrı ayrı yaratmış, her birine ayrı bir hikmetini saklamış ve bizlere;
Oku, gördüğünü oku, beni oku, okuduğunda beni bul diyerek, her bir yaratılanı bize önemli, hikmetli bir mesaj, bir mektup olarak göndermiş. Aslında tüm kâinat bize bir mektup! O eşsiz, esrarengiz mektupları en güzel şekilde okumayı, idrak edip hikmetine ermeyi Mevla’m nasip etsin.
Kâinatın efendisini bağrında saklayan şehir, selam olsun sana. Selam olsun bağrındaki sevgiliye. Şimdi Medine’de esen ikindi rüzgârıdır lakin asıl esen insanın yüzünü, bedenini, gönlünü, ruhunu serinleten sevgiyle, muhabbetle aşkla dolduran merhamet, şefkat rüzgârı. “Ümmetî” diyerek dünyaya gelen, “ümmetî” diyerek yaratanla görüşen, “ümmeti” diyerek ruhunu teslim eden rahmet peygamberinin ümmeti olma şerefini nasip ettiği için yüce Mevla’mıza sonsuz şükürler olsun. Ahirette de “Ümmetimdensin” dediği kişilerden olma duasıyla…
Sultan Sönmez
[1] Tövbe Sûresi, 128.