“İçinizden (herkesi) hayra çağıran, iyiliği(meşru şeyleri; tevhidi ve salih ameli) emreden ve kötü olandan men eden bir ümmet (topluluk) olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran,3/104)
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak tüm peygamberlerin ortak görevidir. Allah Resul’ü(as) tebliğ vazifesinin gereği olarak, 23 yıllık risaleti boyunca insanları iyiliğe çağırıp kötülükten sakındırmıştır. Mekke döneminden itibaren Kur’an ayetlerinde yer alan “emri bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker ” ileriki dönemlerde de hem Kur’an hem de Peygamber tarafından ısrarla üzerine durulan dinin temel prensiplerinden biri olmuştur.
Sözlükte “tanınan bilinen” anlamına gelen “maruf” kelimesi, insanlar tarafından iyi kabul edilen şeyleri ifade eder. Marufun zıddı olarak “”bilinmeyen, sıkıntı veren, hoş görülmeyen” anlamında “münker” ise akl-ı selimin ve İslam’ın çirkin gördüğü, yasakladığı şeyleri ifade eder. Ma’ruf ve münker kelimelerine yüklenen bu geniş anlamlar doğrultusunda “iyiliği tavsiye ve teşvik etme; kötülükten sakındırma ”şeklinde tercüme edilen “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” de çok geniş kapsamlı bir ifadedir. Kur’an-ı Kerim’de dokuz defa tekrar edilen bu ifade en genel anlamıyla; “Allah-u Teâlâ’nın rızasına ve insanların hayrına uygun olan her şeyi teşvik edip O’nun razı olmayacağı her türlü söz ve fiilden sakındırmak” olarak anlaşılır. İnsanlığa bir uyarıcı olarak gönderilen Hz. Peygamber(as)in ashabına söylediği bütün sözlerin, emir ve nehiylerin tamamı bu çerçevede değerlendirilirse; ilk İslam toplumunun lideri olarak Allah Rasulü ashabına insanlar arası ilişkileri pekiştirecek davranışları öğütlerken, toplumsal birliği zedeleyen söz ve fiilleri de yasaklıyordu. Onlardan da aynı hassasiyeti bekliyor, birbirlerini görüp gözetmelerini istiyordu. Böylece kendi kendisini sürekli gözden geçirerek yenileyen güçlü bir toplum olmalarını istiyordu.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, İslam toplumları için farziyeti, Kitap ve Sünnet’le sabit olan bir görevdir. İslam toplumları bu görevi benimseyip üstlendikleri oranda yücelir ve erdemli toplum olurlar. Âl-i İmrân 104.ayette geçen bu görevi yerine getirecek özel bir grubun teşekkülü her ne kadar farz-ı kifaye olsa da İslam toplumlarının böyle bir grubu yetiştirmesi, en mühim toplumsal sorumluluktur. Bu, yerine getirilmediği takdirde bütün İslam ümmeti sorumluluktan kurtulamaz. Tevbe suresi, 9/71. ayette mealen “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcıları)dır. İyiliği (tevhidi ve salih ameli) emrederler, kötülükten/kötü olan şeylerden men ederler… ” buyrularak bu toplumsal görevin önemine vurgu yapılmıştır. Âl-i İmrân, 3/104.ayette ise bu görevi üstlenen özel bir topluluğun bulunması emriyle sahabe döneminden itibaren böyle bir topluluk hep olmuştur. Önceleri gönüllü olarak yürütülen bu görev zaman içinde “Hisbe” adı verilen bir teşkilata dönüşerek kurumsallaşmıştır. Kamu hukukuna dair meselelerle ilgilenen bu teşkilat bir takım özel yetkilerle de donatılmış, yetkisini aşan durumlarda ise olayları mahkemeye havale etmiştir.
Yine Maide, 5/78-79. “İsrâiloğulları’ndan inkâr edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lanetlendi(ler). Bu onların (Allah’a) isyan etmeleri ve sınırı aşmaları yüzündendi. Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini alıkoymazlardı.(Bu) yapmakta oldukları şey ne kötü idi!” ayetlerini okuyan Allah Rasulü İsrâiloğullarının, içlerinde kötülük işleyenlere engel olmayışlarının toplum olarak kendi sonlarını hazırladığını, bu yüzden ashabı ve ümmetinin onlar gibi olmaması için de şunları da eklemiştir, sözlerine; “Dikkat edin! Allah’a yemin olsun ki, siz ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, zalimin elinden tutup onu hakka döndürür ve onu hak üzere tutarsınız; (ya da sizin sonunuz da onlar gibi olur.)”
(Tevbe,9/71.)ayete göre de Müslüman olan herkesin bu görevi yerine getirmesi gerekir. “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse dili ile değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbi ile(o kötülüğe)tavır koysun.” Hadisi şerifine göre de; mü’min olan kimse şartların uygun olması halinde kötülüğe bizzat engel olmakla yükümlüdür. Fiilen bunu yapmanın mümkün olmadığı durumlarda ise mümin kötülük yaptığını gördüğü kişiyi sözlü olarak uyarması, yaptığının yanlış olduğunu bildirmesi beklenir. Ne fiili ne de sözlü müdahaleye gücü yetmeyen kişi ise en azından kötülüğe kalben razı olmamalı ve hoşnutsuzluğunu tavırlarıyla ifade etmelidir.
Müminlerin bu bilinçle yaşamalarını isteyen Allah Rasulü, bu görevi yerine getirmenin mümine sadaka sevabı kazandıracağını (Müslim, zekât, 53)iyiliğe çağırdığı kimsenin bu çağrıya kulak vermesi halinde ise mükâfatının daha da artacağı bildirilen bu görevin ihmal edilmesinin ferdi ve toplumsal sonuçlarını da çarpıcı örneklerle anlatmıştır. İşlenen kötülüğün kişiye verdiği zararın yanında kötülüklerin fütursuzca işlendiği, engel olunmadığı toplumlarda adeta durgun suya atılan taşın meydana getirdiği dalgalanmalar gibi kişiden aileye, aileden mahalleye, mahalleden şehre, şehirden tüm ülkeye yayılarak, hepsini toptan helake sürükleyeceğini şu şekilde açıklar; “Allah’ın çizdiği sınırları aşıp ihlal edenler, bir gemiye binmek üzere kura çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar; “hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst kattakilere eziyet vermemiş oluruz.” dediler. Şayet üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alt kattakileri serbest bırakırlarsa hepsi birden helak olurlar. Eğer bunu önlerlerse hem kendileri hem de onları kurtarmış olurlar.”
Tıpkı bunun gibi toplumda bilgi ve yetki bakımından üstün olanlar diğer insanları düzeltme gayreti içinde olmazlarsa giderek bozulan çevrede kendilerinin de felakete uğraması kaçınılmazdır. Nitekim Yüce Allah “(Ey inananlar!) Bir de öyle bir fitneden(günahlardan) sakının (ve sakındırın) ki o(nun cezası) sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz(bütün toplumu perişan eder)… ” (Enfal,8/25) buyurarak Müslümanları bu konuda uyarır. Allah Rasulü de “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder, kötülüklerden insanları sakındırırsınız yahut Allah size öyle bir ceza gönderir ki, dua edersiniz duanız kabul olmaz.” buyurarak iyiliği tavsiye etme gayreti ve kötülüğü önleme bilincinden yoksun olan insanların dualarının bile Allah katında makbul olmayacağını haber vermiştir.
Bu görevin, herkesin kendi yaptığından sorumlu olduğu (Enam,6/164) fertlerin öncelikle kendilerini düzeltmek zorunda olduğunu bildiren ayetlerle çeliştiği düşünülmemelidir. Nitekim Hz. Peygamber(as)in vefatından sonra bazı kimseler, “Ey iman edenler! (İyiliği emredip kötülüğü önlemede) kendiniz için üzerinize düşene bakın. Siz (bu görevi de ifâ ederek Allah’ın gösterdiği) doğru yolda olduğunuz zaman, artık sapanlar(ın günahı) size zarar vermez…” (Maide,5/105) ayetini herkesin kendinden sorumlu olduğu, dolayısıyla emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münkerin terkedilmesi gerektiği şeklinde yorumlamışlardı. Böyle bir anlayışın İslam ile bağdaşmadığını çok iyi bilen Hz. Ebu Bekir(ra) “Ey insanlar! Siz bu ayeti yanlış anlıyorsunuz.” diyerek duruma müdahale etmiştir. Allah Rasulü(sav)’nün şu hadisi de konuya açıklık getirmektedir; “Aralarında günahlar işlendiği halde bu günahları işleyenlerden daha güçlü ve onları engellemeye muktedir iken bunu yapmayan topluğun hepsine birden Allah azap verir.” Bunun içindir ki, Allah Rasulü(sav) yaşadığı toplumun haksızlık üzerine kurulu düzenine tahammül edememiş, iyilik adına her ne varsa bizzat yaşamış ve yaşadığı topluma anlatmış, içinde bulunduğu kötülüklerden toplumu kurtarmaya çalışmış ve ashabına da bunu öğütlemiştir.
Biz günümüz Müslümanları da yaşadığımız topluma ve sosyal problemlere karşı kayıtsız olamayız. “Komşusu aç iken tok yatmayacak” kadar çevresine duyarlı, dünyanın herhangi köşesinde bir Müslümanın çektiği sıkıntıyı herhangi bir organımızdaki kadar yakından hissetmeliyiz. İyiliği yayma ve kötülüğü önleme gayreti, gücü ve imkânları nispetinde her müminin görevi ise de öncelikle yetkisi ve bilgisi olan kimselerin sırtında ağır bir sorumluluktur. Böyle bir sorumluluktan kendini azade görenler bilmelidir ki, üzerinde yaşadığı geminin batması halinde kendisi de boğulmaktan kurtulamayacaktır. Kendi kendini denetleyen, düzelten ve yenileyen diri bir toplum olabilmek, ancak herkesin bu bilince sahip olmasıyla mümkündür. Böyle birbirine kenetlenmiş, güçlü bir toplumun sadece iç karışıklıklardan korunmakla kalmayıp, dış müdahalelere de geçit vermeyeceği aşikârdır. Sonuç olarak “emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker” bilinci toplumları her türlü kötülüklerden koruyan bir kalkan gibidir adeta.