Dünyanın bin bir türlü hâli vardır derler. Doğrudur. Fakat insanlığın bu tecrübesini hayat düsturu edinmek o kadar da kolay olmamaktadır. Konfor çizgisini hep daha yukarıya çekmek isteyen insan, yaşanabilecek aksiliklerin dünyanın sıradan bir durumu olduğunu unutmaktadır.
Afetler, insan için olağan üstü olaylar olarak algılansa da aslında dünyanın olağan süreçleridir. Ancak sık yaşanan olaylar olmadıkları için insanın afetlere karşı tutumu alışkanlıklarının gerisinde kalmaktadır.
İnsanın afetlere karşı tutumunu ele alırken, konuyu iki farklı açıdan değerlendirmek uygundur. Afetlerin bir kısmı önlenebilirken ya da etkisi azaltılabilir türdeyken bir kısmını da önlemek mümkün değildir.
Söz konusu önlenebilen ya da etkisi azaltılabilen afetler olduğunda, odak noktası insan olmaktadır. Zira insanın yapıp ettikleri afetin gerçekleşmesini ya da önlenmesini sağladığı gibi ortaya çıkan zararın boyutlarını da belirlemektedir. Bu noktada kaderci bir yaklaşım dolayısıyla kayıtsız kalmak, gerçek bir mümin için kabul edilebilir değildir.
Elbette bu dünya hayatı bir imtihan sürecidir. Ancak imtihan dendiğinde, akıllara sadece sonuç olarak yaşanılan olaylar gelmemelidir. Çünkü imtihan, sonuca götüren tüm süreci kapsamaktadır. Bu nedenledir ki bazı İslam âlimleri, yeryüzünde var olan faydalı her bilim dalı ile ilgilenmenin farz-ı kifâye[1] olduğunu beyan etmişlerdir.
Afet bir sonuç ise süreç içerisinde insanın yaşadığı imtihan boyutları nelerdir?
İnsan aklını kullanmış mıdır?
Bir eylemde bulunurken, insanlık tarihinin getirdiği tecrübe ve bilimsel birikime dayanarak hareket etmek, aklı kullanıyor olmanın bir emaresidir. Bunun aksi rastgele, bireysel arzulara göre hareket etmektir. Bu aksi tutum, ihtiyaçlara çözüm üretilirken, anlık ve bireysel menfaatlerin göz önünde tutulmasına zemin hazırlar. Ancak sonuç tüm toplumu etkileyen bir afet olarak ortaya çıkar.
Elbette her birey, insanlığın bu birikimine sahip olamaz. O halde imtihan sürecini doğru adımlarla tamamlayabilmenin ilk şartı, bir bilene danışmak; bir başka ifade ile ehliyet ve liyakat sahibi uzmanların istişaresine başvurmaktır.
Bu şartın yerine getirilebilmesi için her faydalı ilimde ehliyet ve liyakat sahibi uzman yetişmesi gerekmektedir. İşte bu da inanan insanların en önemli sosyal sorumluluğudur.
Bir diğer soru, insan ahlaklı davranmış mıdır?
Ahlak, bireyin iletişimde/etkileşimde bulunduğu varlıkların hakkını muhafaza etmesidir. İnsan kendi menfaatini koruma içgüdüsüne sahiptir. Ancak insanı en şerefli varlık kılan, kendi menfaatini korurken, çevresine de aynı özenle yaklaşabilmesidir.
İnsan kanaat sahibi olarak sahip olduğu güzellikleri israf etmediğinde, doğal denge bozulmayacak, birtakım afetler oluşmayacak ya da afetin zararı asgari boyutlarda kalacaktır. İnsan haksız kazanç sağlamak için kimseyi aldatmadığında, işini ihsan ile/ en güzel haliyle ortaya koyduğunda, oluşabilecek birçok istenmeyen durumun önüne geçilmiş olacaktır. İnsan elinin ulaştığı her şeyin sahibi değil, emanetçisi olduğunu unutmadığında hiçbir varlığın incitilmesine rıza göstermeyecek ve kâinatın ahengi korunacaktır. Bu gibi ahlâkî kaideler ve bunların uygulanma düzeyi insanın afetle imtihan sürecini belirlemektedir.
Bir başka açıdan da şu soruya cevap vermek uygun olacaktır: İnsan, dünya hali, olağan riskler için eylem planı geliştirmiş midir? Dar zamanlar için geniş zamanın hakkını vermiş midir? Afetlerle ilgili eğitimlere kayıtsız kalmak, aslında emanetini korumamayı tercih etmektir ki bu durum inançlı bir insanın emanet bilinciyle ters düşer.
Bütün bu süreci görmezden gelip, afet yaşandığında imtihanın başladığını zannetmek, maalesef ki başı kuma gömmek gibidir. Süreç içindeki sorumluluğunu hakkıyla yerine getiren insan ise imtihanını başarmış olarak sonuca ilerlemiştir.
Süreç isabetli davranışlarla tamamlansa bile elbette insanın sonuca müdahale edemediği afetler vardır. Bu önlenemez durumlarla karşılaşıldığında, insanın dayanıklılığı ve yaratıcısına karşı sadakati denenmektedir.
Dayanıklılık ve sadakat imtihanını geçebilmek de yine öncesinde yaşanan sürecin sonucudur. Bu sürecin doğru yönetilmesi ise insanın dünya hayatı algısını doğru bir zemine oturtmasıyla ilgilidir.
Dünya hayatı boyunca türlü güzellik ve zorluklarla, bazen kazançla bazen kayıpla karşılaşmanın olağan bir durum olduğunu kabul eden insan, afet gibi büyük sıkıntılar karşısında da sağlığını muhafaza edebilir. İnançlı insanlar için yaratıcının dünyaya nasıl bir anlam yüklediğini doğru okumak, bu algıyı kurmayı kolaylaştırmaktadır.
Söz konusu ön kabul içtenlikle benimsendiğinde, gelişebilecek risklerin farkında olan insan, afet anı ve sonrasında çözümün bir parçası olabilecek donanıma ve dayanıklılığa sahip olur. Bu hal, felaketin izlerini daha çabuk silmeye vesile olduğu gibi, insanın başkalarına yük olan değil fayda veren olmasını sağlar.
Afetle imtihan olma sürecinin nerede başladığını, nerelere uzandığını fark etmek, dünya hayatını doğru okumanın, dünyanın hâlini anlamanın bir vesilesi olacaktır.
Zeynep Yaren Çelikbilek
[1] Farz-ı kifâye: Bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerleri üzerinden sorumluluğu kaldırılan farz demektir. Bu işi yapan hiç kimse bulunmadığında ise tüm mükellefler sorumluluk altında kalır.