29 Mart 2024 / 19 Ramazan 1445

Mahremiyetin Edebi Hali

“Esrâra mahrem edecek kimse bulmadı

Zâtî harîm-i aşkta kendi ile söyleşir”

Zâtî

Mahremiyet bir kavram olarak hayatımızda yer etti. Geçmişten günümüze aynı anlamın etrafında elbiseler değiştirerek dönüp durdu. Bazen sırra bazen yasağa işaret etti. Ama her zaman en özelle alakalı oldu içerdiği anlam.

Her şeyden önce “mahrem” kelimesi için sözlük ne diyor, bir bakalım:

“(ﻣﺤﺮﻡ) sıf. (Ar. ḥarām “yasaklamak; haram olmak”tan maḥrem)

  1. Başkalarından saklanan, başkaları tarafından görülmesi, bilinmesi, duyulması istenmeyen, gizli.
  2. İslâm hukukuna göre kendisiyle evlenilmesine müsaade edilmeyen, nikâh düşmeyen anne, baba, kardeş, amca, hala, dayı, teyze vb. yakın akraba. Karşıtı: NÂMAHREM.
  3. Nikâh düşmediği için şeriatça kadının kendisinden kaçmadığı erkek.

4.Bir kimsenin sırlarını bilecek derecede yakını ve samimi dostu olan kimse, sırdaş.

  • Mahremâne (ﻣﺤﺮﻣﺎﻧﻪ) sıf. ve zf. (Fars. -āne ekiyle) Mahrem bir şekilde, mahrem olarak, gizlice.”[1]

Türkçemizde öyle çok sevilmiş ki bu kelime, birden fazla şekliyle kullanmışız ve halen de kullanmaktayız. Şöyle üstünkörü bir düşününce bile aklımıza gelenler arasında şunlardan biri ya da birkaçı mutlaka vardır: Haram, harem, mahrem, muharrem, mahrum, harami, ihram, hürmet. Liste uzayıp gidiyor böyle. Bu kelimelerin hepsine ayrı ayrı değinmek de güzel olurdu, fakat şimdilik sadece mahrem ve mahremiyet üzerinde durmak istiyorum. Aslında yapmak istediğim, âcizane, geçmişten günümüze güzel esintiler getirmekten başka bir şey değil.

Kişinin özeline vurgu yapılan şu günümüzde mahremiyet deyince aklımıza ilk gelen konular arasında sıralayamayacağımız bir konu var ki, Su Kasîdesi şairi, gazellerinden birinde ondan şöyle bahseder:

“Eylemez halvet-serây-ı sırr-ı vahdet mahremi

Âşıkı ma’şûkdan ma’şûkı âşıkdan cüdâ”

(Vahdet sırrı insanın içinde olduğu için orada insan yalnızdır. Vahdet sırrının gizli evine girebilen insan; seveni sevilenden, sevileni sevenden ayıramaz.)

Açıklamaya sayfaların yetmeyeceği bir konuyu bir beyite sığdırabilmek, edebiyatın güzelliği olsa gerek.

Ortasında benim durduğum iç içe geçmiş çemberler canlanıyor gözümde. Mahremiyet bir matruşkaya benziyor sanki. Akraba, arkadaşlar, aile, eş ve en içte de sadece ben kalıyorum. Ben ve benimle doğrudan alakalı şeyler. Duygu, düşünce ve inanç dünyam. Her mahrem konunun içeri dönük bir yanı olduğu gibi, dışarı açılan bir tarafı da var. En özeldeki imanın ibadetle bağlantısı gibi. Böyle bir bağlantı İstiklâl Marşı şairinin dizelerinde imanı millî duygulara bağlıyor ve bir toplumun sesi oluveriyor:

“Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:

Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!

Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli…”

Bir gruba dâhil olmanın, onlarla aynı duayı ve muhabbet ortamını paylaşmanın da mahremiyet kavramına dâhil olduğunu anlatan, sadece Mehmet Âkif değil tabii. Şeyh Galip de Hüsn-ü Aşk’ında bahseder bu duygudan:

“Bir meclis-i ünse mahrem oldum.

O cennet içinde Âdem oldum.”

(Bir dost meclisine sırdaş oldum. Cennete benzeyen o meclis içinde ben de Cennetteki Âdem aleyhisselâm gibi bir insan oldum.)

Şairlerimizin kaleminde mahrem kavramının şekillenişine baktıkça gözümün önünde bir kapı belirmeye başladı. Mahremiyet o kapının kendisiyle alakalıydı sanki. Bir kapının önünde bekliyorum, açılırsa, içeride olana mahrem olacağım. Kapalı kalırsa zorlayıp açmaya iznim yok. Hem maddi dünyada hem de manevi dünyada var olan bir kapılar şehri mahremiyet. Bir ilahiyatçımız şöyle bahsetmişti bundan: “Mahremiyet aslında nerede durmamız gerektiğini bilmekle alakalı.” Karşımızdaki kapıları çalmak ve beklemek… Anahtarı verildiyse ona gözümüz gibi bakmak…

Bir şeye veya kişiye mahrem olmak onun kapısından içeri girmek gibi…

“Derd-i aşka düşmeyen dermȃna olmaz ȃşinȃ

Cevre mahrem olmayan ihsȃna olmaz ȃşinȃ” derken cefa kapısından içeri girip onu anlamayanın iyiliği de anlayamayacağını söylüyor Şemseddin Sivâsî.

Anadolu’yu İslâm’a açan Ahmed Yesevî ise Dîvân-ı Hikmet’inde, mahşer gününde Hakk’ın dergahına mahrem olmanın gönül yapmaktan geçtiğini şu dizelerle anlatıyor bize:

“Nerde görsen gönlü kırık, mahrem ol sen,

Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen,

Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen

Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.”

Konu tasavvuf edebiyatı olunca, tadı damakta kalıyor dizelerin. Mahremiyet derin bir kavram, günlük hayatımızda sınırları korumak ne kadar zorsa en özelimizi korumak ondan kat be kat daha zor. Fakat emek verilen, uğruna çaba sarf edilen her şey güzelce gelişmeye devam ediyor. Tam da bunun üzerine, Niyâzî-i Mısrî’nin şu dizeleriyle bu sayfaların kapısını da kapamış olalım:

“Remz-i Hakk’a mahrem olmak değmenin kârı değil

Kim dilerse aşk ile yâr olsun, ağyâr olmasın.”

(Hakk’ın sırlarına mahrem olmak rastgele kişinin yapabileceği bir iş değil. Kim aşk ile isterse sevgili olsun, yabancı olmasın.)

Meclis-i ünse mahrem olmak duasıyla…

Zehra Binark

[1] Kubbealtı Lügatı